Orhan ALKAYA
Tarlabaşı Bulvarı’ndan, önce bir, ardından iki daha, üç el tabanca sesi geldi. Boşluğa sıkılmış 9’luk mermi sesiydi yanılmadıysam. İlk refleks, Kristal Büfe’nin köşe yaptığı yıkım öncesi Tarlabaşı Bulvarı tarafına döndüm ve Adalet Partisi binasının üst katlarından birindeki hareketliliği gördüm.
Sabah kaçta kalktığımı, hatta gece nerede kaldığımı hatırlamıyorum. 1 Mayıs 1977 Pazar gününe ait hafızamda kalan ilk kare, Üsküdar-Beşiktaş vapurunun arka üst güvertesinde, ortalarda bir bankta oturan Can Abi’yi, Güler Abla’yı, çocukları gördüğüm an. ‘76’nın sonbaharında tanışmıştık o heyecan verici adamla, beyaz gömleğinin üst düğmesi ilikli miydi?
Biz (Dev Genç) Beşiktaş’ta buluşup, Taksim Meydanı’na yürüyecektik. Halkın Kurtuluşu/Birliği/Yolu grupları Saraçhane’den gelecekti. Meydanın önceliği DİSK (Maden İş) dolayımında işçilerindi ve işçiler o zaman sınıf kategorisini hak edecek denli gövdeli, güçlüydü. Sovyetik kanattaki kuruluşlar ve gruplar meydana girme sıralamasında önlerdeydi. Biz, sabahtan akşamüstüne meydanın hareketini, dinamiğini, sonra, belgesel filmleri izleyerek görebilecektik. Gene de, meydana girişimizin bu kadar uzun süre alacağını kestiremiyorduk.
Haftalar öncesi başlayan gerilim, gerek Sovyetik kanadın gazete ve dergilerinde, gerek Maocu/Enver Hocacı kanadın yayınlarında tırmanarak sürmüş, âdeta provokasyona zemin arayan devlet içi örgütün (o sıra, devlet içi örgüt sayısı şimdiki kadar kabarık değildi) korku imparatorluğu için tetiğe basacağı günü işaret eder hale gelmişti. Yanı sıra ve en önemlisi, “vazifeli” Günaydın Gazetesi, 1 Mayıs ‘77’nin hemen evvelinde, son on beş gün kadar, belirgin biçimde kışkırtıcı, çatışma muştucusu yayın yapmıştı.
Bizim için, başka bir önemi daha vardı 1 Mayıs 1977’nin. Gençlik hareketinden siyasi harekete evrilme arzumuzun ifadesi de olan Devrimci Yol Dergisi, ilk sayısını o gün yayınlayacak ve bir bakıma, devrimci hareketimiz yeni bir ivme, belirgin bir siyasi ifade edinecekti. Benim Dev Gençliliğimin 1 yıllık Devrimci Yol evresi ilan ediliyordu.
Genç, İstanbul eksenli bir öğrenci hareketi olmanın seri kararıyla, akşamüstüne az kala, güzergâh değiştirip koşmaya başladık. Elli bin kişi kadardık, biz Dev Gençliler. Divan Oteli’nden sola koşarak kıvrılıp alana girdiğimizde, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler kapanış konuşmasına başlamıştı. Saraçhane yönünden gelen arkadaşların sloganları da Bulvar’ın sonuna geldiklerini duyuracak kadar yakınlaşmıştı.
Her zaman olduğu gibi, kendi yerimizi açarak, şimdiki Taksim Metrosu’nun az karşısındaki otobüs durağını merkez alacak biçimde “konuşlandık”. Durağın tam altındaydım, bizim iki Bülent de (Uluer ile Forta) durağın üzerinde, Devrimci Yol pankartını açmıştı. Henüz yerleşmiştik yani...
Tarlabaşı Bulvarı’ndan, önce bir, ardından iki daha, üç el tabanca sesi geldi. Boşluğa sıkılmış 9’luk mermi sesiydi yanılmadıysam. İlk refleks, Kristal Büfe’nin köşe yaptığı yıkım öncesi Tarlabaşı Bulvarı tarafına döndüm ve Adalet Partisi binasının üst katlarından birindeki hareketliliği gördüm. Sular İdaresi’nin üzerinden ateş açıldığı sırada, kendimizi yere attık, hepi topu üç dört saniye içinde oldu hepsi.
İlk yoğun ateşin ardından yekindik kalktık. O ara bir Walter’i tutan şuursuz bir el, alnımın milimini rüzgârlandırmıştı, şanslıydım. İlk anda, Intercontinantal Oteli’nin (şimdi “The Marmara”) alt terasından ve Pamuk Eczanesi’nin üst katlarından ateş edildiğini de gördüm. Profesyonel bir taciz ateşi idi. Başlarımızın beş-on karış üzerinden (boy uzunluğu hesabı ile) geçiyordu mermiler. Otobüs duraklarından AKM’ye doğru hamle ettik. En gençlerden yere düşenler oluyordu ve daha deneyimliler tutup kaldırıyordu onları.
Esmer bir kız çocuğunu ensesinden tutup kaldırdığımı ve o esnada devinimi kesmediğimi hatırlıyorum. Orhan Taylan’ın iki kolunu dünyayı kavrayacak biçimde açmış işçi resmi dev bir pankart olarak AKM’nin yüzeyini kaplamıştı. Benim aklım, bir yandan Ayşe’deydi. O Şehir Tiyatrolular ile yürümeyi seçmişti çünkü.
Kürsüye doğru Gezi’nin merdivenlerine yani, seyrettim ve tam da kestirdiğim gibi Ayşe’yi ve dehşet öfkeli gözlerini buldum orada. Bir an için merdivenlerin üzerinden meydana bakabildim böylece ve o pislik beyaz Renault’yu gördüm, sivillerin otomobilini. Daireler çizerek rastgele ateş ediyordu içindeki siviller (dört kişi imişler). Üniformalı polislerin omzunu destek yapıp hedef gözeterek ateş eden bir sivili gördüm ve alanı şehvetle ezip biçen bir panzeri –ki o panzerin paletinin altında orta yaşlı, sarı saçlı bir hanımefendi öldürülmüştür-.
Gümüşsuyu’ndan aşağı yöneldik, Kabataş’ta, ismini vermeyeceğim bir arkadaşımın kaldırdığı motora yetişemedik. O arkadaşlar da bize yetişmedi ve tarihi hatalarımdan bir tanesini yapıp, Beşiktaş yönüne daldım, tabii Ayşe ile birlikte. Jandarmaların rap raplarını hızlandırarak arkamızdan koşmaya başladığı an ile Ayşe’nin ayakkabısının topuğunun çıktığı ânın aynı olması düpedüz rezalet bir rastlantıydı ve benim on dokuz yaşımda, sevgiliyi bırakıp uzamak yoktu. Çantamı uzun bacaklarına ithafen “leylek” lakabını hak etmiş Reha’ya verip, “Arkana bakmadan koş, yakalanacak olursan çantayı at!” dedim.
Reha koştu, yakalanmadı. Biz, Ayşe ve ben yani yakalandık. MİT’in pembe binasının bahçesine dizildik, oradan alınıp Birinci Şube’ye götürüldük. Birinci Şube’den saat 23:30 sularında Şişli Etfal Hastanesi’ne gönderildim, ardından gene Şube’ye. Bunlar bir başka yazının konusu olsun ve henüz haberdar olmadığımız Kazancı katliamının –bkz. kamyonet-, Fen Fakültesi 1. Sınıf talebesi Sibel Açıkalın’ın katıldığı ilk toplumsal eylemde ölmesinin bir “blow-up” ile görülüşünün ve daha başka birçok şeyin acı ve öfke ile karılmış hatırlamalarına dönelim.
“Nereden nereye”nin son sözü olsun: Hukuk Fakültesi’nde talebe, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda aktördüm o sıra. Gözaltında tutulduğum son gün, Çarşamba günü, 4 Mayıs 1977 yani, Kadıköy Tiyatrosu’nun Ekip Sanat Yönetmeni Zihni Küçümen, sevgili, nûr içersinde yatsın ağabeyim, mühimce bir rolünü üstlendiğim “Islıkçı” oyununu iptal etmiş ve yerine bir başka oyun da koymamış. Gelen seyirciye, “Oyuncumuz haksız yere gözaltında tutuluyor. Bunu protesto etmek için, bu akşam oynamıyoruz,” demiş. Denmiş.
Ne günlerdi ama!
Comentarios