top of page

Bir Tür Arafta Kalma Hâli: Felsefi İntihar


Beyza ERTEM



İnsan kendisini öldürüp öldürmemesi gerektiğini bilebilir mi? Uyanmış, yaşama bilinçli bir biçimde bakan insan bir silah alıp kendini mi vurmalıdır yoksa eline çantasını alıp işe mi gitmelidir?



İnsan ne ile yaşar? Bu soru sosyal bilimlerin her alanında farklı biçimlerde yorumlanmış, özellikle felsefede ve edebiyatta bir tür ‘hareket ettirici güç’ olarak kendisine yer bulmuştur. Peki, insan ne ile yaşayamaz? Yaşamayı ve ölmeyi bilinçli birer tercih olarak mı, bize sunulan birer seçenek olarak mı yoksa birer zorunluluk olarak mı yorumlayacağız? İçinde bulunduğumuz bu distopya görünümlü çağda gün geçmiyor ki yeni bir intihar haberine rastlamayalım. Her gün sıkış tepiş bir yolculuk sonrası işine varan, aynı saat aralıklarında durmadan aynı eylemleri gerçekleştiren ve yaşamındaki tek yenilik ‘yeni bir şey’ satın almak olan insanın evine “Bat dünya bat!” diyerek dönmediğini düşünmeye ikna edebilir miyiz kendimizi?

Gelin, yaşadığımız kurmacayı bir kenara itip yazınsal kurmacalara bakalım: Werther öldü, Faust yaşıyor. Zebercet öldü, Bay C. yaşıyor. Meursault ölüme mahkûm, Sisifos yaşıyor. Selim öldü, Turgut’unkine yaşamak denirse... Yazarına başkaldıran kahramanlara ne kadar da benziyoruz. Werther’den, Zebercet’ten, Selim’den pek de farkımız yok. Âşık oluyoruz, acı çekiyoruz, yalnızız, memnun değiliz, razı değiliz. İnsanız.

Albert Camus, Sisifos Söyleni’nde önemli olan tek bir felsefe sorunu olduğunu söyler: İntihar. Camus’nün bu iddiası, inşa edilmekte olan ve yaşama ölüm perspektifinden bakacak olan felsefesinin müjdecisidir aslında.

Varoluşçu felsefe, insanın imkânları üzerinde yükselir, insan yaşamının ‘yaşanmaya değer’ olup olmadığını sorgular. Camus’yü çağdaşlarından ayıran; felsefesini absürt/uyumsuz, başkaldırı, intihar gibi kavramlar üzerine kurmasının yanı sıra, istediği yaşama sahip olamayan insanlara bir çözüm önerisi sunmuş olmasıdır. Onun desteklediği yaşam biçimi, bilinçli bir yaşam kadar mutlu bir ölümü de işaret eder. Camus’ye göre intihar, mücadeleden vazgeçmiş insanın saptığı bir kaçış yoludur: “Yalnızca ‘çabalamaya değmez’ demektir kendini öldürmek.” Bu bağlamda, Sisifos’un içinde bulunduğu müthiş döngüye katlanması, ‘çabalamaya değer’ fikrine dayanır.

“Dekorların yıkıldığı olur. Yataktan kalkma, tramvay, dört saat çalışma, yemek, uyku ve aynı uyum içinde Salı Çarşamba Perşembe Cuma Cumartesi, çoğu kez kolaylıkla izlenir bu yol. Yalnız bir gün ‘neden’ yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. ‘Başlar’, işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır.”

Camus, Sisifos Söyleni’nde ‘absürt kavramını’ teorik boyutta işler, pratiğini ise Yabancı romanında yapar. Benzer biçimde Başkaldıran İnsan’da kavramsal boyutta incelediği ‘başkaldırı’nın en güzel örneğini Veba’da gözler önüne serer. Yaşamın tüm saçmalığına rağmen başkaldırarak yaşanması gerektiğini savunur. Evet, şartlar içinden çıkılmaz bir hâle gelebilir; insan bir gün bir anda, öylece, aniden uyanabilir, isyan edebilir. Fakat bu isyan onu intihara değil, yaşamaya sürüklemelidir. Yani insan başkaldıracaktır elbet, fakat bu başkaldırı yaşamaya devam etmek için bir vesile olacaktır. Bir diğer deyişle bu başkaldırı, bilinci devreye sokacaktır. Etkin hâle gelen bilinç ise, yaşamı doyasıya sindirerek, anlayarak yaşamaya imkân tanıyacak ve böylece insan ölümünden önce ‘mutlu bir ölüm’e kavuşacaktır.

İntihar, bir sonu işaret ettiği gibi aynı zamanda ‘tükeniş’i de içinde barındırır. İnsan intihar ederek yalnız yaşamını değil, mümkün olan ve mümkün olabilecek her şeyi de yok eder. Camus, intiharın, insanın özgürlüğünü ortadan kaldırması olduğuna inanır. Sınırlarını zorlamaya kuvvet bulamayan insan, intihar ederek ortada zorlayacak bir sınır bırakmaz. Oysa Camus, insanın nihilizmi bir çare olarak görmesini yanlış bulur. Nihilizm ancak bir araçtır, uyanışın anahtarıdır, insanın içine düştüğü anlık bir durumdur. Peki insan düştüğü yerden nasıl kalkacaktır? Bu türden bir boşluğu avuçlarımızın içine alıp şekillendirmek mümkün müdür?

Yabancı’nın duyguları alınmışçasına yaşayan, roman boyunca okuru hayretler içinde bırakan, yaşamı absürt olan değil de âdeta absürdü yaşam hâline getirmiş olan baş kişisi Meursault, intihar etmez fakat insan öldürür. Camus, Başkaldıran İnsan’da şöyle der:

“Önümüzde duran şu ötekini öldürmeye ya da öldürülmesine boyun eğmeye hakkımız olup olmadığını bilmediğimiz sürece hiçbir şey bilemeyiz. Bugün her eylem dönüp dolaşıp dolaylı ya da dolaysız öldürmeye vardığına göre, öldürmemiz gerekip gerekmediğini, gerekmiyorsa neden gerekmediğini bilmedikçe eyleme geçemeyiz.”

İlk okunuşta tutarlı görünen bu sözlerin temelinde de aynı kavram vardır: Hiçlik. ‘Bilmiyoruz, bilemeyiz’, öyleyse eyleme geçemeyiz. Bu bağlamda intihara tekrar dönersek, insanın kendi yaşamına son vermek için herhangi bir şey bilmesi yeterli midir? İnsan kendisini öldürüp öldürmemesi gerektiğini bilebilir mi? Uyanmış, yaşama bilinçli bir biçimde bakan insan bir silah alıp kendini mi vurmalıdır yoksa eline çantasını alıp işe mi gitmelidir?

“Bugün anne öldü. Belki de dün, bilmiyorum.” cümlesiyle başlayan meşhur romanında Camus, Meursault’a ısrarla “herkes gibi” olduğunu söyletir, kahramanını koruma altına alır, okurun hayretine karşı onu sıradanlaştırır. Meursault, annesinin ölümüne bile “herkes kadar” üzülür. Annesinin yaşını tam olarak bilmez. Onu cenaze işlemlerinden önce son bir kez görmeyi reddeder, hatta bunun üzerine düşünmez bile. Onun gözünde, “Bütün sağlıklı insanlar sevdiklerinin ölmesini az çok istemişlerdir.” ‘Gereklilikler’ bittikten sonra evine dönüp “kendini yatağa atıp on iki saat uyuyacağını düşündüğünde duyduğu sevinç” dışında hissettiği bir şey yoktur.

İşte bu müthiş kayıtsızlık absürt/uyumsuz kavramıyla birlikte okunduğunda ortaya şu sonuç çıkar: Meursault absürt/uyumsuz kavramını sonuna kadar deneyimlemektedir, yaşamının merkezine koymuştur. Öyle özümsemiştir ki bunu deneyimlediğinin farkında da değildir. Camus, onu ‘herkes gibi’ göstererek bu deneyimi felsefesine paralel bir biçimde normalleştirir. Oysa herkes gibi olan insan, başkaldıramaz. Bu çelişkiyi ortadan kaldıran en mantıklı nokta şudur: Camus herkesin başkaldırmasını ister.

Felsefi intihar, insanın dünyayı reddetmesidir. Bir başka deyişle maddi yaşamdan vazgeçmesidir. Bu anlayışa göre insan kurtuluşu maneviyatta, öte dünyaya yani farklı bir yaşama olan inançta bulmalı, Tanrı’ya yönelmelidir. Bu, bir tür arafta kalma hâlidir. İnsan, içinde yaşamı deneyimlediği maddi dünyadadır, fakat onu reddederek henüz deneyimleyemediği bir öte dünyaya hazırlanır, devamlı bir hazırlık hâlindedir. Dolayısıyla bir yerdedir ve olmadığı bir yerin hayalini kurmaktadır. Bugün, ‘maddi’ boyutta da benzer bir durumla karşı karşıyayız. Ütopik anlatılar, ütopik arzular, ütopik söylemler tarafından kuşatıldık. Çünkü insan kabuğunu kırmak, farklı bir yaşama sahip olmak, Camus’nün bahsettiği uyanışı deneyimlemek istiyor. Memnuniyet ve aidiyet noksanlığı, beraberinde ‘başka bir dünya mümkün’ düşüncesini de getiriyor. Olduğumuz yerlerde, olmak istediğimiz yerlerin hayalini kurarak varlık gösterebiliyoruz.

Camus, felsefi intiharın çözüm yahut çare olmadığını savunur. Çünkü böyle bir intihar da nihayetinde intihardır ve birçok şeyin yok olmasına sebep olur. İnsan böyle bir yaşamı tercih ettiğinde, absürt/uyumsuz duygusunun doğurduklarını deneyimleyemez. Çünkü maddi dünyadan vazgeçmiştir ve onun tüm imkânlarına kapalıdır. Camus, ‘metafizik başkaldırma’ olarak adlandırdığı kavramı, “insanın kendi koşulunun ve bütün evrenin karşısına dikilmesi” biçiminde tanımlar. Bu, Tanrı’ya meydan okumakla eş değerdir. Tanrı’ya meydan okuyan insan hem ona bu yaşamı veren gücü hem de ölümlü bir varlık olduğunu reddeder. Bu çift taraflı reddedişin sonunda vardığı nokta, uyandığı noktayla aynıdır: Hiçlik. Camus bunu dolaylı yoldan itiraf eder: “Sağlam insanlar arasında bile kendi intiharını düşünmemiş bir kimseye rastlanamayacağına göre, bu duyguyla hiçliği istemek arasında dolaysız bir bağ bulunduğu fazla açıklama yapılmadan da benimsenebilir.” Öyleyse insan hiçliği istemeye mi meyillidir? Bu, mücadeleye kuvvet bulamayan insanın kaçışı mıdır?

Maddi dünyadan vazgeçmek olarak yorumlayabileceğimiz felsefi intihar, insanın dünya içindeki konumuyla ve ‘çaresizliği’yle ilişkilidir. Varoluşçular açısından intihar, bir eylem olarak insanın duygu durumları arasında kaygıyla birebir bağlantılıdır. Bu fikre göre sağlıklı bir insanın da her zaman, içinde bir intihar etme olasılığı barındırdığı söylenebilir. İnsanın sahip olduğu şeylerin ‘yitirilebilir’ olması insan yaşamında kalıcı bir çaresizlik yaratır. Bu kaygıyla yaşayan insan kolayca yitirme ihtimali olmayan, yani aslında ‘elle tutulur’ olmayan manevi unsurların peşine düşer. Fakat yine de, insanın kendisini dış dünyadan tamamen soyutlaması mümkün değildir. Her gün maddi dünyanın türlü uyarıcılarına maruz kaldığımız bu çağda, felsefi intiharın da -en azından bütünlüklü bir biçimde- mümkün görünmediğini söyleyebiliriz.

“Umut, uyanık insanın rüyasıdır.” Felsefi intiharı ayakta tutan dinamiğin umut olduğunu söyleyebiliriz. İnsan, manevî yönünü kuvvetlendirirken daha iyi bir yaşama kavuşacağının umuduyla hareket eder. Bir umut felsefesi inşa eden Gabriel Marcel, umudu hareketlendiren kuvvetin ‘ölümlü olma fikri’ olduğunu savunur. Öyleyse insan ölüm fikriyle beraber varlığının, dünyadaki konumunun, yaşamının derinliğinin farkına varır. Bu farkındalığa erişen insan ise, ‘rağmen’ yaşar. Bitmeyen okuluna rağmen, sıkıcı işine rağmen, yalnızlığa rağmen, kayıplara rağmen, imkânsızlıklara rağmen... Her defasında düşeceğini bilmesine rağmen o kayayı her gün yeniden ve umutla zirveye taşır. Neticede Sisifos'u mutlu tahayyül etmek gerekir...



bottom of page