top of page

Büyük Anlatıların Gölgesinden Uzakta Esir Bir Osmanlı Subayı


Suat Kutay KÜÇÜKLER





Hüseyin Hamit Efendi'nin, Rusya'da esaret altında geçirdiği günleri ve memlekete dönüş sürecini yazdığı günlükleri, “Bir Osmanlı Subayının Esaret Günlükleri” başlığıyla Yapı Kredi Yayınları'ndan çıktı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı'nda iki defter halinde bulunan, Hüseyin Hamit Efendi'nin kendi el yazısıyla kaleme aldığı günlükler, Serkan Erdal ve Hasan Demirci tarafından günümüz harflerine aktarıldı. Bu günlükler, görsel bir içeriğe de sahip: Hüseyin Hamit Efendi; gördüğü cami, Rus salıncağı, ağaç ev gibi detaylara ya da kaldığı yerlerin krokilerine, kendi çizimleriyle günlüklerinde yer vermiş.

I. Dünya Harbi'nin Kafkas Cephesi'nde bir “mülazım-ı evvel”, yani üsteğmen olan Hüseyin Hamit Efendi, esaret altında tutacağı günlüklerine 1 Mart 332 (Miladi takvim ile 14 Mart 1916) tarihini atarak başlıyor. Kimi zaman “iyice”, kimi zaman “şöyle böyle” giden havalardan lafı açıyor her gün, peşinden de neler yediğini sıralıyor ve eğer eline ulaşmışsa, gazetelerdeki havadislerden bahsetmeyi ihmal etmiyor: “Hava hafif, soğuk az. Maaştan bir haber yok. Öğleyin çorba ile pa­tates, akşam kıymalı yumurta ile makarna yedik. Gazete gelmedi.” (s. 13) Birkaç cümleyle anlatmayı yeterli gördüğü günlerin yanında, cepheden gelen haberleri detaylandırdığı yahut aynı koğuşta kaldığı arkadaşlarına ilişkin dargınlıklarını, sevinçlerini ve izlenimlerini anlattığı sayfalar da var bu günlüklerde. Hüseyin Hamit Efendi’nin görüp geçirdiği olayları anlatırken aralara iliştirdiği öyle cümleleri var ki esir bir Osmanlı subayının hisleriyle duygudaşlık kurmayı mümkün kılıyor.


“Hava latif. Kuşların nağmesi insana ferah yerine hüzün veriyor. Gönül hoş değil. Çimenler epeyce büyüdü. Sabahleyin biraz deniz kenarında oturdum. Yüreğimde bir sıkıntı var. Hemen cenab-ı hak akıbetimizi hayırlara tebdil eylesin.” (s. 18-19) Bu satırları okuyunca, “bu güzel havalar” başka türlü de mahvedebiliyormuş; havanın letafeti, ruhun letafetinden ayrı değilmiş, diye düşünmeden edemiyor insan. Okuruna memleket hasretinden gündelik kaygılara dek farklı hisleri duyumsatan bu günlük, günümüze uzanan nasihatleri de içeriyor:


“Yatağa yattık. Alman, Avusturya zabitleri varmış. Geldiler. Altı kişi idi zannedersem. Toka yaptık. Almanca, Fransızca bilir misiniz dediler yok dedim. Biraz durup gittiler. Suratlarımıza baktık. Lisan bilmemenin mazarratı. Hakikaten lisan bilmemek çok fena. Bugün bütün mevcudiyetimle yeniden tasdik ettim.” (s. 69)



Hüseyin Hamit Efendi, esaret hayatını geçireceği Sibirya'daki Nikolsk kampına götürülüşünü ve burada geçirdiği günleri anlattığı birinci defterin ardından, Kuzey Avrupa üzerinden İstanbul'a ve oradan Uşak'a gelişini ikinci defterde anlatmış. Kitapta “Anavatana Dönüş” başlığını taşıyan bu bölüm, 12 Nisan 1918 ve 19 Şubat 1919 tarihleri arasında, ekseriyetle tren yolculuklarında geçiyor. Türlü maceralarla Petrograd, Varşova, Viyana gibi şehirleri geride bıraktıktan sonra Sofya'da günlüğüne şunları yazmış Hüseyin Hamit Efendi: “Oh, artık Türkiye kokusu gelmeye başladı.” (s. 219) Memlekete giden yol kısaldıkça Hüseyin Hamit Efendi'nin hasretinin kağıttaki aksi de kısalıyor, daha kısa cümlelerle bahsediyor geçirdiği günlerden. Edirne, İstanbul ve ardından Uşak'a gideceğinin haberi ile nihayete eriyor Bir Osmanlı Subayının Esaret Günlükleri. Esaret altında geçen üç yıl, kişisel bir tarih anlatısı olarak okurla buluşuyor.


Büyük anlatılarla bezeli tarih, 20. yüzyıl ile birlikte bir soru işareti halini aldı. Tam da bu dönemde, “Anlatılan tarih, kimin tarihidir?” sorusu ile büyük anlatılar parçalanmaya başladı ve tek bir tarihin değil, tarihlerin olduğu öne sürüldü. “Tarih” bir “hikâye” idi ve bu hikâyeyi “kazananlar” yazıyordu. Bunun anlamı, geçmişte, kazananların gölgesinde kalanlar ve dahası kazananların kendileri üzerinde gölgede bıraktıkları yanlar vardı. Bu gölgelere ışık tutan “mikrotarih” anlayışı, böylece “sıradan insanların” yaşamlarına da tarih sahnesinde yer açtı. Christian Meier, mikrotarihin aydınlattığı bu gölgeler arasında beslenmeyi, giyimi, ikameti, çocukluğu, aşkı, üremeyi ve hatta haftasonu tatilini gösterirken mikrotarihin çerçevesine “Ortaçağ'da rahipler neden bu kadar şişmandılar?” sorusunu da dahil ediyor. (1) Cephedeki kahramanlıklarıyla, ele geçirdiği şehirlerle anılan bir komutanın değil; aldığı limonun fahiş fiyatından, gittiği hamamdan, üşüyen ayaklarından bahseden Hüseyin Hamit Efendi'nin günlükleri de mikrotarihin bu yeni perspektifinde konumlandırılabilir. Öyle ki ordudaki binlerce subaydan birisinin, Mülazım-ı Evvel Hüseyin Hamit Efendi'nin, Sibirya'nın bir ucundan memleketine sürüklenirken kaleme aldığı günlükler bunlar, üzerinde büyük anlatıların gölgesi yok. Sıradan bir subayın kaygılarını, özlemlerini, meraklarını taşıyor yalnızca.


Hüseyin Hamit Efendi'nin tuttuğu günlüklerin sıradanlığı, onun tam da dikkate değer yanını teşkil ediyor. Nitekim gündelik yaşamın uzağında kurulan, sokakta rastlayamayacağımız insanların büyük tarihinden farklı olarak “Bir Osmanlı Subayının Esaret Günlükleri”nde, I. Dünya Harbi'nin pek de anlatılmayan bir yüzüne rastlıyoruz. Gerçekliğini içtenliğinden alan bu günlükler, esir düşen bir subayın gözünden savaşın başka bir yüzünü görmek isteyen okurları bekliyor.

(1) Christian Meier, “Makro ve Mikro Tarih İlişkisi Üzerine Notlar”, Çev. Doğan Gün, Memleket Siyaset Yönetim Dergisi, C. 7, S. 18, 2012, s. 102


Bir Osmanlı Subayının Esaret Günlükleri

Yapı Kredi Yayınları

Hüseyin Hamit

Haz. Serkan Erdal-Hasan Demirci

s. 248

26 TL


Comments


Matkap'a Katıl

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

bottom of page