Kerim KARAYEL
Ingeborg Bachmann’ın 1959-60 yılları arasında Frankfurt Üniversitesi’nde “Çağdaş Yazının Sorunları” başlığı altında verdiği derslerden oluşan “Frankfurt Dersleri”, Yapı Kredi Kültür Yayınları etiketiyle 2020 yılının Kasım ayında İlknur Özdemir çevirisiyle okurla buluştu.
Eserin yazıldığı dönemdeki sorunların ele alındığı bu esere geçmeden önce Ingeborg Bachmann’ın zamanını ve yaşadığı ortamı hatırlamakta fayda var. Bachmann, 1926 yılında Avusturya’da dünyaya geldi. I. Dünya Savaşı’nın bitiminde ve akabinde gelen II. Dünya Savaşı’nın öncesinde büyüdü. II. Dünya Savaşı bittikten sonra Innsbruck, Graz ve Viyana Üniversiteleri’nde felsefe, psikoloji ve Alman filolojisi okudu. Kitabının birçok yerinde ‘dil’i bir sorunsal olarak ele alışında bu müktesebatını göz ardı etmemek gerekir. Heidegger ve Wittgenstein üzerinde yoğunlaşan çalışmalarının yanında şiir başta olmak üzerine birçok türde eser meydana getirdi. “Frankfurt Dersleri” ise 1960 yılında yayımlanmış olup Bachmann bu eseriyle 1961 yılında Alman Eleştirmenler Ödülü’nü almıştır. Dünyanın çeşitli şehirlerine seyahat eden, 1973 yılında 8 yıldır yaşadığı Roma’da hayatını kaybeden yazar, bu kitapta, çağdaş yazının sorunlarını 5 ana başlık altında inceler. Bu başlıklar; Sorular ve Sahte Sorular, Şiir Üstüne, Yazan Ben, İsimlerle İlişkiler ve Ütopya Olarak Edebiyat’tır.
“Frankfurt Dersleri” incelendiğinde Bachmann’ın bir edebiyat araştırıcısından çok eleştirmen olarak edebiyata eğildiğini, örnekler ve mukayeseler üzerinden ilerlediğini sıklıkla görüyoruz. Eleştirinin -burada eleştiri bir çeşit durum tespiti değerlendirmesi olarak kavramak gerekir- en kapsamlısının ve en sağlamının bile yapıtların özgül ağırlığından daha hafif üretimler olduğunun farkındadır Bachmann.
Kitabın ilk bölümü Sorular ve Sahte Sorular’da, bir yazarın, başka bir yazarın edebi üretimleriyle birlikte kişisel sırlarını barındıran günlük, not defteri, mektup, bildiri gibi metinlerine olan ilgisine dikkat çekilmekte. Bachmann, bu bilgilerin okuru aydınlattığını ve bazı duygular oluşturduğunu belirterek birtakım sorulara varmış. Buradan hareketle soruların seçilim sürecinde yönlendirici kaynakların ne olduğunu tartışmakta. Bu tartışmanın dinleyicilerin, zihnindeki bilgileri bir yana bırakması için bir hazırlık olduğu söylenebilir. Zaten bu sorular aslında başlıkta da belirtilen sahte soruları oluşturmakta (s.10).
Yazar için öncelikle, görünürde edebiyat alanının dışında kalan sorular vardır, görünürde diyorum, çünkü bize tanıtılan yazınsal meselelerin diline dümdüz aktarılmaları onları ikincil hissetmemize yol açar; hatta bazen farklarına varmayız bile. Basit oldukları kadar da tahripkâr ve korkunç sorulardır bunlar, ve eğer onlar ortaya çıkmamışsa bir yapıtta hiçbir şey ortaya çıkmamış demektir. (s. 11)
Genellikle bu sorular şu ana ait sorulardır çünkü geçmişin eserleri ve yazarları, edebiyatın gelişimi gibi meseleler çeşitli tasniflerle en azından bir izlek sunmaktadır. Şu anda ise gelişen edebiyat, içinde çeşitli yakınmalar çeşitli damgalar doğurur: mantık dışı, fazla kılı kırk yaran, mantıksız, fazla mantıklı, yıkıcı, insanlık düşmanı vb. Bu olumsuz etiketlerin karşısında antitezleri yer alabilir. Her hâlükârda yazarın bu edebiyat borsası içinde yaşaması ona hem yarar sağlayabilir hem de zarar verebilir.
Bachmann, kapsamlı bir dönem değerlendirmesi ardından çağdaş olmayı yeni bir fikrin yazarı tetiklemesine bağlar, (yazarlara) diretilen sorunsalları da kabul etmez. Mevcut yazarların ve biçim denemelerinin üstüne bir şey konulmadıkça taklitçi yazarların ortaya çıkacağını belirtir. Ayrıca yazarı yeni bir fikrin tetiklemesinin birikimle ilişkilendirilmediği nokta dikkat çekicidir:
Joyce, Proust, Kafka ve Musil de kendilerinden önce yaşanmış, hazır buldukları birikimlerden yararlanmamışlardır, (…). Yer aldıkları dönemde gerçekliği belirleyen bu fikirleri, daha dün yeni sayılan düşünce biçimlerini gözü kapalı devralmak, bizi yalnızca taklitlere ve büyük yapıtların cılız tekrarlarına götürür. (s. 17)
Bu bölümün belki en önemli kısmı ise yazarın dile bakışıdır. Dil, çağdaş yazarın mutlaka bilincinde olması gereken bir alandır. Dil konusunda şunu hatırlamakta fayda var. Bizler dilin, bizi yetiştirenlerin dilinin içine doğuyoruz. Onların dil birikimleri, dil edimimiz esnasında temel oluşturuyor. İçine doğduğumuz dile karşı mirasyedi tavrı takınmamız pek mümkün değil. Nitekim, Bachmann bu görüşünü birçok yerde derinleştirmekte:
Dil, yazar için istediğini alabileceği bitip tükenmeyen bir malzeme deposu değildir, toplumsal bir nesne değildir, bütün insanlara ait paylaştırılmamış bir mal değildir. (s. 18)
“Şiir Üstüne” bölümünde ise yazar bu bölümde önceki bölümün aksine bir tartışmaya girişmez. Kendi tabiriyle, dinleyicilerle birlikte bir keşif gezisine çıkar. Bu gezintiye çıkmadan önce çağdaş şiirin ürkütücü yanından söz eder. Bunun nedeni şiirdeki yenilikler hakkında edindiğimiz bilgilerin uzun yıllar öncesine ait olmasıdır. Bu bilgilerin yabancı dil bilmeye rağmen aşılamayacağını iddia eder. Zira, şu an sis perdesi olarak çevremizde durur. Ingeborg Bachmann’ın keşif gezisindeki ilk durağı, çağdaşı Günter Eich’tır. Bu ismin yanında Marie Luise Kaschnitz, Nelly Sachs, Enzensberger gibi şairlerin eserlerinden örnekleri de çözümleme yoluna gitmiştir.
Frankfurt Dersleri’nin üçüncü bölümü ise “Yazan Ben”dir. Ben’in niteliği bağlama bağlıdır. Yazardan örneklerle açıklamak gerekirse bir diyalogda geçen “ben” sözcüğünün yüklendiği mesaj ile bir kürsüde söylenen “ben”in taşıdığı anlam yükleri farklıdır. Bunun yanında yazar “savunmasız ben” kavramını ileriye sürer, “bulunduğu yer itibarıyla rotası belirsiz” olarak tanımlar. Bu benleri de çoğaltmak mümkün...
Yazarlar, ben’i bazen apaçık gizlemiş, bazen ben’ini saklamaya çalışmış fakat yine de benliğini yansıtmıştır. Son olarak da açıkça, ben’i ortaya koymuştur. Örneğin mektup ve günlük türünde bir başka “ben” yaratılması gerekmez (s.52). Ayrıca zaman içinde ben üzerinde de değişiklikler olmuştur. Yazar bu farklılaşmayı Goethe’nin “Genç Werther'in Acıları” ile İtalo Svevo’nun “Zeno’nun Bilinci” arasında benler bakımından büyük bir uçurum olduğunu belirterek ortaya koyar.
Çalışmanın dördüncü bölümünü, isimlerin (eser isimleri merkezinde) eserin bağımsızlığına etkisinin irdelendiği “İsimlerle İlişkiler” bölümüdür. Şüphesiz isimlerin niteledikleri neyse nesneyi sıradanlıktan o kurtarır. Sıradanlıktan ya da olağanlıktan kurtulan nesne daha özgürdür. “Bir isim böylesine bir çekiciliğe sahipse kendini özgür kılar ve bağımsızlaştırır: dünyada var olması için o ad yeterlidir.” (s.67). Bu isimlere hem Dünya edebiyatından hem de Türk edebiyatından bazı isimler sunulabilir. Örneğin Dünya edebiyatlarında “Don Kişot, Madam Bovary, Anna Karenina”, Türk edebiyatında “Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Aylak Adam, İçimizdeki Şeytan”. Bu isimler çoğu kez zihnimizde döner durur. Bu kitapları hiç okumamış olsak bile zihnimizde, sosyal kültürün bir parçası da denilebilir, yer alırlar. Yine de “Don Kişot”u duyduğumuz günde tanıştığımız birinin adını bugün hatırlayamayız veya “Aylak Adam” ismini öğrendiğimiz gün anılarımız arasında yoktur. Fakat isimler niteledikleri ne varsa onu özgür kılar. Bugün yukarıda saydığım isimlerle yeni kitaplar yazılsa akla ilk gelecek olanlar bağımsızlıklarını ilk kazananlardır. Yenilere karşı ucuz bir kopya muamelesi yapacak ön yargı algımızda hemen yer alabilir.
“Frankfurt Dersleri”nin son konusu ise “Ütopya Olarak Edebiyat” bölümüdür. Ingeborg Bachmann’ın bu bölümde ilk vurguladığı, edebiyat eğitiminin yazarlar için gerekli olmadığıdır. Yazarın ‘edebiyat tarikatı’na dahil olmak için bıkmadan usanmadan çabaladığına atıfta bulunur. Gerçekte var olmayan bu tarikata girdiğini ya da kabul edilmediğini belki hiç öğrenemez. Girmeyi umut eder ve bu umudunu yitirmeden amacını gerçekleştirmeye çalışır. Türk edebiyatında da Melih Cevdet Anday’ın TRT’deki bir röportajında “Herkes gençliğinde şiir yazar, şiiri devam ettirenlere şair derler.” ifadesi de aynı durumun Türk edebiyatında da geçerliliğini koruduğunu göstermektedir.
Ingeborg Bachmann edebiyatın bir ütopya oluşunu ise şu sözlerle ifade eder: “Edebiyat bir idealdir, gerçek olguları yerinde tutup diğerlerini silerek o ideali kendimize göre ayarlarız.” (s. 89)
Ingeborg Bachmann’ın bu konferans manzumesinde edebiyata eleştirmen gözüyle baktığını yeniden vurgulamakta fayda var. Edebiyata bakışında bir tekdüzelikten söz etmek mümkün değil. Kafka’dan Proust’a, Beckett’e kadar edebiyat tarihinin öne çıkan isimlerine göndermede bulunmakta. Okura, edebiyat sahasında analitik düşünmenin tutarlı bir örneğini göstermesi bakımdan da ufuk açıcı bir eser.
FRANKFURT DERSLERİ
Ingeborg Bachmann
Çev. İlknur Özdemir
Yapı Kredi Yayınları
2020
104 syf.
Commentaires