top of page

Faruk Duman: Türkçeyi taşıyacağız. Türk Edebiyatı büyük, köklü bir edebiyattır, kaynağımız oradadır.


Röportaj: Beyza ERTEM



Edebiyatımızın güçlü kalemlerinden Faruk Duman'ın nehir anlatısı Sus Barbatus!'un ikinci cildi Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Ekim ayında raflarda yerini alan kitap büyük bir ilgiyle karşılandı. Yazar Faruk Duman'la Sus Barbatus! serisinden, edebiyatımızdan, dilimizden, bugünümüzden söz ettik. Merak ettiklerimizi sorduk, tavsiyelerini dinledik. Bu keyifli sohbet için kendisine teşekkürlerimizle...



"Barbatusumuz”un ikinci cildi raflarda yerini aldı. Uzun zamandır bu ânı bekleyen sayısız okur olduğunu gördük hep birlikte. Bu serinin sizde de özel bir yeri olduğuna inanıyorum. Okur yorumlarına baktığımızda, Barbatus’un herkes için farklı bir şey ifade ettiğini, her okurun romana farklı bir yönden yaklaştığını görüyoruz. Çünkü bu seri, içinde bir “karnaval coşkusu” barındırıyor. Peki Faruk Duman için Sus Barbatus! serisinin öne çıkan yönü nedir? Bir okur olarak değerlendirme imkânınız olsaydı -bu ne kadar mümkün olabilirse- Barbatus’un hangi niteliğini öncelerdiniz sizce?


Romanı yazmaya başladığım sırada aklımda olmayan, yani bir anlamda birden ortaya çıkmış bazı düşünceler var; Barbatus’un, Aysel’in ağzından içeriye girmesi gibi. O ana kadar, aslında düşündüğüm ve tasarladığım şey, ruhumuzun köyün üstünde dolaşıp durması ve arada bir anlatımı ele geçirmesiydi. Bundan sonra, özellikle kahramanların konuşmalarının renklendiği bölümler gelmeye başladı. Civan Yusuf’un Marx’tan söz etmesi gibi. Burada oluşan durumlar beni eğlendirdi, dahası, bana yazma coşkusu, tazeliği verdi, dolayısıyla dönüşüm ve yenilenme, yani devrim düşüncesi yinelenmeye başladı, başka başka formlar içinde. Bu anlamda, kahramanlarımızın “birleştiği” böyle durumlar öne çıkıyor benim açımdan; Aysel-Barbatus, Civan Yusuf-Faruk gibi. Ama tabii bir de halktan kahramanlarımızın yaşadığı dönüşümler var; ben Sus Barbatus!’u asıl bunun için yazdım; Kenan’ın, vurduğu domuza mecbur kalması… Jilet’in dönüşümü…


Birinci ciltte bir kış masalıyla buluşmuştuk. İkinci ciltte ise dinmek bilmeyen yağmurlarıyla bir bahar mevsimindeyiz. Yavaş yavaş yaklaşıyoruz 12 Eylül’e. İkinci ciltte birinci ciltten aşina olduğumuz kişiler de var, tamamen yeni kişiler de. SUS BARBATUS ise belki daha az görünüyor fakat anlatıyı besleyen mühim rolünü devam ettiriyor. Hem Barbatus’un sıkı takipçileri için hem de bir “nehir anlatı”nın nasıl tasarlandığını detaylandırmak için soralım: İki cildin kurgulama ve yazım süreci nasıl geçti? Üçüncü cilt için çalışmalara başladınız mı, yoksa çoktan yazıldı mı hikâyenin sonu?


Şöyle kısaca anlatayım, ilk kitabı yarıladığım günlerde, buradaki arka plan hikâyelerinin 12 Eylül sabahı sona ermesi gerektiğini biliyordum. Ancak, bunun gerçekleşebilmesi için beni sürükleyecek, yani bana yazmam açısından cazip gelecek ana hikâyeler gerekiyordu, bu konuda çok titizlenirim. Kenan’ın hikâyesi örneğin bana hâlâ muhteşem geliyor. Açlık, gerçeklik, gerçek dünya, köylümüzü bir yaban domuzuna mecbur kılıyor. Bu bir dönüşüm hikâyesidir ve aslında halk arasında dolaşan rivayetlerin ve inançların nasıl oluştuğuyla ilgili ipuçları verir. Bildiğiniz gibi, Homeros’tan Tolstoy’a ve Yaşar Kemal’e uzanan bir bilgidir bu: Katı gerçeklikten, ancak hikâyelerle, rivayetlerle ve yaratılmış inançla çıkabilirsiniz.


Bu sırada, Civan Yusuf’un ve Dede Sultan’ın hikâyeleri de vardı kafamda. Ama onlarla oynayıp duruyordum. Ama yazabilirsem, şöyle düşünüyordum. Kış, Bahar ve Yaz kitapları olacak. Mavi, Yeşil ve Kırmızı. Yani bu şekilde gözümde renkleniyordu. Bir sabah, Civan Yusuf’un şeyhin adamlarıyla çatışmaya girdiği bir sahne gözümde canlandı. Tıpkı Barbatus ruhu gibi, tüm kahramanları sırtına yükleyip kurşunların arasından sıyrılan bir at… Bu sahnenin yazmaya değer olduğunu düşündüm. Barbatus! 2’nin sonundaki sahne. Tabii bütün bunları yazarken, Barbatus 3’ün Dede Sultan’ını da tasarlamış durumdaydım.


Kanaatimce serinin en mühim yanı, her şeyin birlikte ve el ele yürümesine imkân tanıyan bir zemine sahip olması. Bir başkişi yok, hadiseler iç içe gerçekleşiyor ve hayvanları da insanlar kadar dahil ediyorsunuz anlatıya. Keza doğa, ayrı bir roman kişisi olarak değerlendirilebilecek nitelikte. Romanların ritmiyle klasiklere de selâm gönderiyorsunuz. Bu nedenle Barbatus serisi, genellikle “postmodernist” bir anlatı olarak değerlendiriliyor. Bir yazarın, metnini kaleme alırken bu tip değerlendirmeleri öngörerek ilerlemesi mümkün müdür? Geleneksel olanla modern olanı birleştiren bir yazar olarak, sizin bu “çoğulcu” atmosferi yaratırken amaçladığınız neydi?


Romanımın nereye konulacağı, nasıl yorumlanacağıyla yazarken asla ilgilenmem. Elbette bütün yorumlar değerlidir ama ben hep şöyle düşünürüm; bir roman, daha önce olmayan bir şeydir. Bu nedenle, öncekilerden başka bir gözle değerlendirilmesi gerekir. Demek oluyor ki, sanatçının işi kalıplara uymak değil, kalıpların işi sanatçıya uymak… Her zaman en yalın olandan hareket ederim. Benim düşüncem şuydu; Tolstoy Savaş ve Barış’ın geçtiği dünyanın içinde yürüyor adeta. Hatta üzerinde. Şolohov’un yaptığı gibi. Yaşar Kemal’in İnce Memed’de yaptığı gibi. Hikâyelerin geçtiği bölgeye yukarıdan bakacaktım. Yazmak istediğim onca hikâyeyi, onca karakteri ve her biri birer ana kahraman olabilecek kişileri ancak bu biçimde kaleme alabilirdim. Hepsine hakkını ancak böyle verebilirdim. Onları büyük bir romanda, bir nehir romanda bir araya getirerek. Düşünün, Aynur, işkenceden çıkıp Ç.’ye vardığı zaman, Jan Valjean’ı görüyor… Bu süreğenlik, çoğulluk olmasaydı, Sus Barbatus!’un ortaya çıkması olanaksız olurdu.


İkinci cilt yayımlandığında Gazete Duvar’da kaleme aldığım yazıda özellikle romanın özel bir dile sahip olduğunun üzerinde durmaya çalıştım. Sus Barbatus! gibi hacimli romanlarda okuru yormamak, dikkatini uzun süre anlatıda tutmak oldukça zor. Tekrar eden sözcükler, ikilemeler, eksiltili ifadeler ve romanda tercih edilen noktalama anlayışı, “sanki Faruk Duman nasıl konuşuyorsa öyle yazıyor” dedirtiyor okura. Burada kast ettiğim “sadelik/yalınlık” gibi klişe ifadeler değil elbette. Yazı dilinizin gündelik hayatınızı yansıttığını ve bunun çok özel ve zor bir iş olduğunu düşünüyorum. Bu konuda ne söylersiniz?


Bu tamamen doğru, ben birbirine benzeyen kitaplardan hiç hoşlanmam. Bir yazı yazıyorsak, her anlamda, sadece bizim yazabileceğimiz bir şey yazmalıyız. Hem kurgu bakımından hem de dil. Bakın şimdi Orhan Kemal ve Yaşar Kemal iki büyük yazarımız. Edebiyata yaklaşımları da, gerçekliği ele alışları da çok yakın birbirine. Ama konuları ve dilleri farklı. Ne zaman bir Orhan Kemal romanı okusam, gözümün önüne onun yüzü gelir. Ben şimdiye kadar hep şunun peşinde oldum; yazdığım yazı önce beni mutlu etsin, yani önce onu yazarken kendi adıma bir yazma coşkusu, sevinci duyayım. Dil, bizim bir parçamızdır, üslubumuz da oradan gelir. Bunun için, acaba anlatmayı seçtiğim konu ve insan çevresini en kolay ve en doğal nasıl anlatabilirim, diye düşünüyordum. Burada halk edebiyatı, konuşma dili ve bunun yazıya nasıl geçeceği ile ilgili düşünmek gerekiyordu. Eski sözlü edebiyatta, bilirsiniz, bu konuşma dili asıl orada gerekliydi, çünkü oranın okuru, dinleyen, canlı bir okurdu. Ben o durumu hayal etmeye çalıştım. Dilin canlılığı sanırım oradan doğdu.


Sus Barbatus!'u yazarken alıp başını yürüyen karakterler oldu mu? Artık hakimiyetiniz altında olmadığını hissettiğiniz bir roman kişisi mesela?


Evet, Barbatus’un kendisi. Normalde bir ruh olarak yükselip köyün üstünde dolaşacaktı, yani hikâyeci olacaktı bir anlamda. Ama Aysel’in içine girince her şey değişti. Bu durum Aysel’i de başka biri yaptı. Yani her ikisi de elimde olmayan nedenlerle öne çıktı. Şimdi gittiğim söyleşilerde Aysel’in çok sevildiğini görüyorum. Barbatus ruhu da iyice yerleşti sanırım.


“-Bizi öldüremezler, dedi Faruk, zamanında ne demiş; Pir Sultan ölür dirilir. Duyan da, duyan da bunun bir şaka olduğunu zannedecek. Ama şaka değil. Gerçek.” – Bu cümleler, Barbatus’un ruhuna işlemiş cümleler. Dinlediğiniz, bildiğiniz öyküleri hacimli bir romana dönüştürdünüz. Temelde devrim umudu ve bu umudun çevresinde yaşananlar var. Aslında bugünün bilinciyle o günleri yeniden canlandırdınız. Ölmek ve dirilmek fikrinin yalnızca somut varlıklarla sınırlı olmadığı aşikâr. Fikirler de ölüp dirilebilir. Bu doğrultuda, sizce değişen şeyler var mı? Yoksa “Siyaset baba kız dinlemiyor” mu hâlâ?


Evet, hâlâ aynı, sistem değişiyor, yeni işgal biçimleri ortaya çıkıyor ama temelde iktidar isteği değişmiyor. Ama iktidar bu isteği her alana yaymış oluyor. Bunun için de insanın içindeki eksikleri kullanıyor. Bu anlamda, savaşın, çatışmanın belki daha az görünür ama daha şiddetli olduğunu söyleyebiliriz.


Faruk Duman yazarlığın yanında yayıncı kimliğiyle de biliniyor, daha önceki zamanlar için konuşursak -deyim yerindeyse- “dergici” kimliğiyle. Ayrıca editörlük tecrübeniz de var. Bu serüven, üniversite yıllarınızda bir öğrenci dergisi olan Edebiyat Postası'yla başlıyor. Ardından Sarnıç ve Öykü Gazetesi... Geçtiğimiz günlerde ise Prolog Dergi'yi ilan ettiniz. Ne tür yazılara yer vereceksiniz? Yazı göndermek isteyen arkadaşlarımıza buradan duyuralım...


Prolog, kitaplar üzerine yazılar, röportajlar yayınlayacak. Yayınevinde çalışırken de bunun sıkıntısını duyuyorduk. Bir de tabii, kitap tanıtımı ve söyleşi yazılarının yeri bana sorarsanız artık daha çok internet. Bizim bir yayın kurulumuz var, burada, hakkında yazı yayımlamak istediğimiz kitapları da belirliyoruz. Titiz olacağız.


Genç yazarlara ve özellikle nereden başlayacağını bilemeyenlere destek olmanın çok mühim bir iş olduğunu düşünüyorum. Günümüzde hem akademide hem yayıncılık dünyasında edebiyata gönül vermiş birçok genç var. Kimi zaman umutsuzluğa kapıldıklarını ve ilk adımı atamadan vazgeçtiklerini görüyoruz. Siz mazisi olan bir yazar olarak günümüz edebiyat dünyasını nasıl değerlendiriyorsunuz?


Artık bir edebiyat dünyası yok. Bu söylem belki 80 öncesi için geçerliydi, o da daha öncesine dayanıyordu. Bence bir yazarın ortaya çıkması, sesini duyurması, buna hizmet edecek kanallar bulması artık çok daha kolay. Bu anlamda bu kolaylıkların sonsuz bir özgürlüğe yer açtığını söyleyebiliriz. Yani genç yazarın cesaretini kaybetmesini gerektirecek bir durum yok. Her yıl, bir önceki yıla oranla çok daha fazla kitap yayımlanıyor. Ama tabii her şey çok hızlı değişiyor. Her şey unutuluyor.


Faruk Duman öykü, roman, deneme ve çocuk edebiyatı gibi farklı türlerde eser veren bir yazar. Ayrıca eserleriniz mühim ödüllere de layık görüldü. Genellikle yazarlara belirli sıfatlar yakıştırılıyor ve uzunca yıllar tabiri caizse “üstlerine yapışıp” kalıyor ne yazık ki. Öykücünün öykücü, romancının romancı kalması gerekiyormuş gibi bir ortam oluşmakta. Farklı türlerde yazmak ve farklı türlerdeki eserlerinizin ödüllendirilmesi yazma serüveninizi nasıl etkiledi? Bunun yazar için bir avantaj olduğunu düşünüyor musunuz?


Evet öyküyle başladığım için öykücü oldum. Romanla başlasaydım öyle olacaktı. Bu işlerden çok sıkıldığımı söylemeliyim. Nasılsa öyle olsun, neyse. Farklı türlerde yazmaya gelince, benim açımdan, birbirini besleyen şeyler. Sözgelimi, editörlük yaptım, bu anlamda bir editörün, kötü yazılmış bir kitaptan öğreneceği çok şey vardır. Tabii yazmaya merakı varsa. Denemeler yazmak da öyle; bir romanla ilgili bir deneme yazmaya başlıyorsunuz. Burada yapacağınız şey, bir anlamda o romanın yapısını çözümlemeye çalışmaktır. Çözümlemeden yargı belirtemezsiniz. Yani, beğeni başka bir anlam taşır, nesnel yargıysa başka. Bu durumda, onunla ilgili olarak çalıştığınız sırada, kendi yapıtınızla ilgili olarak çok daha fazla şey öğrenirsiniz. Sözgelimi, ben genç arkadaşlara önereyim hemen; Tahsin Yücel’i iyi okusunlar. Örneğin, Yazın Gene Yazın’la Ben ve Öteki’yi peş peşe okusunlar. Apaçıktır. Olağanüstü bir yazma ve açıklama yetisi vardır Yücel’in. Türk Edebiyatı’nın incilerinden biridir. Roman, öykü, deneme, inceleme yazmış ve çeviriler yapmıştır.


Bazı yazarların satırlarında okuru farklı yazarlara sevk eden ifadeler görüyoruz. Kimi yazarlar bilinçli bir şekilde yapıyor bunu, kimisi fark etmeden. Ki bu durumla bağlantılı olarak metinlerarasılık günümüzde oldukça popüler bir teknik. Sus Barbatus! okurları özellikle halk şiirine yöneldiklerini, birçok unsuru dönüp yeniden gözden geçirdiklerini söylüyor. Ki, ikinci ciltte Civan Yusuf’un Köroğlu’ndan miras kalmış atı CENNET, babası Âşık Kerem, “kıssadan hisse” ruhuna sahip kısa öyküler var. Bu unsurların halk hikâyeciliğe yaslanan yönünün tercih ettiğiniz “söyleyiş” tarzı olduğunu düşünüyorum. Bu konuda ne söylersiniz? Gelenekten beslenen bir yazar için mutluluk verici olsa gerek.


Tabii, yukarıda ne için ve nasıl yararlandığımı açıklamaya çalıştım. Burada şunu da ekleyeyim; halk edebiyatının anlatım teknikleri içinde bugünkü çağdaş, süslü tekniklerin hepsi vardır. Yalnız, şimdikilerin adı daha havalı… Ama ben bu anlamda bakmıyorum konuya, gerçekten seviyorum, bir okuruyum yani. Bir yerde Enis Batur söylemişti; ne zaman dilimin kirlendiğini hissetsem açıp Karacaoğlan okuyorum, diye. Bu Türkçemizin güzelliğidir. Köroğlu da, Yunus da, Dede Korkut da öyle. Yani burada kökene dönmek de var. Bu güzel bir şey. Türkçeyi taşıyacağız. Türk Edebiyatı büyük, köklü bir edebiyattır, kaynağımız oradadır. Benim açımdan böyle, kaynağı oradan alıyorum.


Takipçileriniz Sus Barbatus!'un üçüncü cildi için beklemede. Eş zamanlı olarak farklı dosyalar üzerinde çalışıyor olabilirsiniz. Önümüzdeki aylarda okurunuzu bekleyen bir sürpriz var mı?


Barbatusumuzun üçüncüsüne başladım. Demin de söylediğim gibi, bu kez Dede Sultan’ın hikâyesini okuyacağız. Yalnız o bildiğimiz Dede Sultan değil, yine bizim K. köylülerinden biri, bir gariban. Bundan sonra başka romanlar var yazmak istediğim, ama öyküye de devam ediyorum. Masalları yazıyorum. Kısa romanlar var. Ama Barbatus 3’ten önce bir şey yayınlamayacağım.


Son olarak... Faruk Duman’ın özellikle halk masallarını, macera öykülerini, 50 kuşağını, Orhan Kemal’i, Yaşar Kemal’i... farklı bir dikkatle okuduğunu ve onlardan beslendiğini biliyoruz. Peki bugünlerde ne okuyorsunuz? Yeni kuşak yazarlardan kimleri takip ediyorsunuz?


Hepsini takip ediyorum, kendimce en iyi bulduklarımı ya Alakarga’ya davet ediyorum ya da zaten görüştüğümüzde söylüyorum.


Comentarios


bottom of page