Metin YETKİN
Zafer Doruk’un “Karsambaç” isimli öykü kitabı Sel Yayıncılık etiketiyle yayımlandı. Doruk’un on bir öyküden oluşan kitabı okuru Adana coğrafyasının arka sokaklarında gezdirirken eski ve yeni arasındaki farklılığın altını da çizmekte.
Adana uzun yıllar boyunca, 90’lara kadar, tarıma dayalı sanayideki oynadığı başat rolle birlikte güney, güneydoğu bölgelerinin hinterlandına dönüşmüştür. Bu sayede gerek mevsimlik gerek kalıcı göçler almış, kendine has yapısına eklemlenen yeni unsurlarla birlikte renkli bir demografiye sahip olmuştur. Nitekim, 1995 yılında “Bir Uçumluk Kanat Lütfen” adlı dosyasıyla Orhan Kemal Öykü Ödülü’ne layık görülen Zafer Doruk da 1956 yılında Bitlis’te dünyaya gelmiş olup henüz bir yaşındayken ailesi Adana’ya göç etmiştir. Böylece Adana’daki renkli demografinin içine dahil olan yazar ömrünün 52 senesini geçirdiği Adana’da liseyi bitirir bitirmez hayata atılmış, fabrika işçiliğinden işportacılığa kadar çeşitli mesleklerde çalışmıştır. Şüphesiz keskin bir gözlem gücüne sahip olan yazar uzun yıllar boyunca edebi izleğini besleyecek malzemeler toplamıştır. Zaten Bir Gün gazetesindeki bir röportajında Adana’nın sosyo-kültürel yapısına vurgu yaparak şöyle demektedir:
“Adana, kültürüyle, insanıyla, iklimi ve coğrafyasıyla öykülerimi besleyen bir şehir. Yaşadığım mekânlar, tanıdığım insanlar, tanığı olduğum hayatlar belli bir süre sonra yazarken öykülerime sızıyor.”
Nitekim bu etkiyi kitabın daha ilk öyküsünde, “Berber Kemal”de görmek mümkün. Bu öyküde anlatıcı, önünde yaşlı bir adam oturan bir berber dükkanının karşısından geçerken kendini nostaljinin içinde bulur. Bu dükkânın eski tip bir berber dükkânı olduğuna sabunundan bileme kayışına kadar her nesneyi inceleyerek neredeyse tümevarım denilecek bir yöntemle kani olur. Buradan hareketle kendi “kuaförüyle” eski ustaları kıyas ederek diş çeken, sünnet eden, halay başı olan, hoşsohbet, sırdaş, kalender Adana berberlerini düşünür:
“Onu düğünlere, damat tıraşına çağırırlardı. İçkiyi iyi içer, güzel halay çekerdi. Düğün sahipleri günler öncesinden haber verip sıraya girerdi. Eski bir müşterisiyse damadın sağdıçlığını da yapardı. Düşük kemer, krem rengi pantolonunu, yumurta topuklu, sivri burun, siyah ruganlarını, sarı ipekten mongol gömleğini giyer, gömleğin yakasına beyaz bir mendil döşer, akik taşlı gümüş koldüğmelerini takar; arkaya taranmış briyantinli saçları, Ayhan Işık tarzı bıyığıyla yolun başında görünür görünmez mahallenin kadınları onu daha iyi görebilmek için evlerin damına çıkardı.”
Anlatıcı eski berberlerin toplumsal hayattaki rolüne dair her kritik sahneye temas ederek aslında eski hayatı betimlemiş olur. Buradan hareketle anlatıcının asıl özlemi eskiyedir, desek yanlış sayılmaz. Ancak berber dükkânının hikâyesi tamamen farklı çıkar. Anlatıcı “yine uydurduğu” için kendine kızarken uydurmacadan kopmamaya kararlıdır çünkü bir yerde başka birinin berber dükkânının asıl hikâyesini uydurabileceğini fakat bu hikâyenin de kendi “uydurmacası” ile karşılaşabileceğini düşünür. Eskiye özlem, öykünün sonunda Defne Sokak’ın Defne Sitesi’ne dönüşmesi hadisesiyle perçinlenir.
Yazarın bir diğer öyküsü ise “Ayışığının Bilirkişiliği” başlığını taşımakta. Bu öykü, masum bir insanın ailesinin önünde polis eliyle katledilişini ve polisin havanın açık olmaması, görüş açısının dar olması sebepleriyle nasıl beraat ettiğini anlatır. Beraat, rasathanenin ayın o günkü durumuna dair verdiği rapora dayandırılmıştır. Adliyede polisin çocuğu ile maktulün çocuğu arasındaki sıcaklık bu zulüm ile tezat oluşturmaktadır:
“Cam bilyelerim vardı, yarısını ona verdim, koridorda oynadık. Polisle karısı bizi izliyordu.”
Nitekim, çocuk-anlatıcılar pek çok öyküde bu tezadı kurar. “Teyzem” isimli öyküde mesela. Baba muhtemelen ikinci eşiyle yahut sevgilisiyle eve gelir. Çocuğa onun teyzesi olduğu söylenir ve teyzenin bir de çocuğu vardır, Hidayet. Çocuk, annesinin teyzesine neden kötü davrandığını, evde ne olup ne bittiğini anlamlandıramaz fakat kendinden küçük olan Hidayet’e abilik yapar, hatta Hidayet’i o kadar benimser ki ona harfleri öğretmeye başlar. Bununla birlikte sadece çocuk-anlatıcı değil “çocukluk” da aynı tezada hizmet eder, bunun hazin bir örneğini “Destan” adlı hikâyede görürüz. Geneleve giden iki gençten biri karşısındaki kızı tanır ve ona gerçek ismiyle hitap edince dayak yer çünkü o, eskiden ondan hoşlanan kız, Destan değil Alev’dir artık. Kahraman geçmişi düşünmekten kendini alamaz. Öte yandan uydurmacaya da devam eder, Destan’ı alsaydı nasıl olacağını zihninden geçirir, sonra Destan’ın başka biriyle kaçtığı sahneyi kurgular.
Böylece, Zafer Doruk’un öykülerinde geçmiş, yani eski, şimdinin, yani yeninin karşısında yer alır ve yazarın kendi ifadesiyle eskiye yakılmış bir ağıt gibidir. Öte yandan anlatıcılar burunlarına çarpan gerçek karşısında “uydurmacaya” başvurmaktadırlar, işte Zafer Doruk ince ince süzdüğü tüm bu uydurmacaları farklı katmanlara yerleştiren bir kurgucu olarak karşımıza çıkar. Üstelik çevresinde biraz göz gezdirmiş olan herkes bu uydurmacanın gerçekten daha gerçek olduğunu kavrayacaktır…
Karsambaç
Zafer Doruk
Sel Yayıncılık
71 s.
2021
Comments