top of page

Hayatta Kalmak ve Yaşamak Arasında: "Aramızdaki Fikret"


Metin YETKİN






Sonat Yurtçu’nun “Aramızdaki Fikret” isimli öykü kitabı İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Ana mekânın Kadıköy olduğu dirsek temasındaki on öyküden oluşan kitap şiddet, otorite, aile, yalnızlık, nostalji gibi temaları irdeleyen ironik ve absürt bir anlatı.




1990 yılında doğan Sonat Yurtçu’nun ilk öyküsü Peyniraltı Edebiyatı, ilk şiiri Diri Ozanlar Derneği dergisinde yayımlandı. Editörlüğünü Beyza Ertem’in üstlendiği “Aramızdaki Fikret”, İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde okuyan yazarın ikinci kitabı. Kitap, birbirleriyle yer yer bağlantılı olan on farklı öyküden oluşmakta. Öykülerin ortak özelliği hepsinin toplumsal ve siyasal eleştiri içermesinin yanında Yurtçu’nun ironik üslubu ve kurgunun absürde yaslanması. Nitekim ilk öykü olan “Yaşamalısın”a bakıldığında Amir’e seslenen bir anlatıcıyla karşılaşıyoruz. Gerek öykünün başında gerek aralarında Müslüm Gürses şarkılarından yapılan alıntılarla ritmi artırılan öykünün kırılma noktası ise anlatıcının Sezen Aksu’ya benzemek için peruk takarak Çilem Bar’a gitmesi. Orada babasının arkadaşına yakalanan anlatıcı bir ay boyunca aile bireyleri olduğu tahmin edilen kişiler tarafından öldüresiye dövülüyor, ardından babası onu istemeyince bir hastane önüne atılıyor. Sokakta madde kullanımına başlayan anlatıcı bir gün babasını öldürünce hapse atılıyor. Hapiste sağ ve sol gruplarla tanışıp sola meylediyor, işkenceden -artık yasak olmasına rağmen- zevk alan devlet güçlerine öfke duyuyor. Bu arada hegemonya kavramı üzerinden kısmen de olsa sınıf bilinci kazanan anlatıcı hapiste tanıştığı Recep vasıtasıyla çıkınca trans birey olarak seks işçiliğine “muhafazakâr erkeklerin bir numarası” olarak başlıyor. Ancak öyküdeki ikinci kırılma noktası, anlatıcının çocukluk aşkı Yeşim’in evlendiği polis tarafından öldürüldüğünü öğrenmesi oluyor. Nitekim öykünün biraz gerisine baktığımızda “Belki de kötü bir insanım ben, bana yaptıklarınızdan sonra size benzemişimdir.” demekte. (s.20) Öte yandan Ödipal izlekte başlayan bu öykünün paralelinde baba-oğulun çaresiz kaldığı ve aynı tarafta bulunduğu Deleuzeyen ifadeyle aşırı-Ödipal bir öykü de mevcut: “Beni Öp Haydar” öyküsü. Bu öyküde sol görüşlü olduğu için yıllarca işkence gören, bu zulmün ardından kendini alkole vererek intihar eden bir babanın oğlu söz konusu. Babanın çektiklerini mektuplar aracılığıyla öğrenen oğul, ondan yadigâr kalan kırmızı Reno’yu kullandığı için asker tarafından zorla alıkonularak “kum torbası” adı verilen bir şekilde acımasızca dövülüyor:


“Dayak devam ederken babamın çektiklerini düşünmeye başlıyorum. Beş Nolu’dan çıkıp kurtulan babam, kendini alkole verdi, karaciğeri çürümeye yüz tuttu. İç organları yediği dayaklardan zaten berbat bir durumdaydı ve evinin sedirinde öldü.” (s.79)


Metinlerde birçok Ödipal veya aşırı-Ödipal çatışma mevcut. Öte yandan öykülerde yalnızlık ve nostalji temaları da çokça işlenmiş. “Ercüment’in Sergüzeşti” adlı öyküdeki Ercüment bu iki temanın da ete kemiğe bürünmüş hali zira kendi tanımını yalnızlık üzerinden yapmakta:

“Adım Ercüment. Yatağım tek kişilik. Pek gelip gidenim yok, aslında kimse gelmiyor. Bazen zilim çalıyor, birini bekliyormuş gibi basıyorum otomata. Hep başkasına gelen biri çalmış oluyor kapımı, üstünde adım da yazıyor oysa.” (s.58)


Kendisini böyle tanımlayan, herkes uyurken sokaklarda gezinmeyi seven Ercüment dokunma duyusuyla (“soğuk hava”) birlikte geçmişe dönerek nostaljiye sığınıyor. Öyle ki nostaljiden şimdiye dönüşü dahi yavaş yavaş gerçekleşiyor: “Markete girdim, gençten bir çocuk ilkokulda öğretmenimizin öğrettiği gibi kollarını çiçek yapmış, uyukluyordu.” (s.59) Şimdiye ait bir mekân olan markette yine şimdiye ait bir kişi olan “gençten bir çocuk” geçmişten hareketle betimleniyor. Nitekim onun geçmiş özlemi sonraki sayfada daha da vurucu bir hal alıyor:


“İnsan çocukluğuna bir otobüse binip de dönemiyor. Döndüğünde eskisi gibi bulamayacağı her şey için hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Ölen komşuları, evlenip giden dostları, eski evinde oturan yabancıları göreceğini bildiği için o otobüsün, çocukluğuna değil de kötü bir rüyaya gideceğini biliyor.” (s.60)


Bununla birlikte onun ağzından Kadıköy’ün son on yıldaki sosyo-kültürel değişimi Ercüment’in adım başı karşısına çıkan kahveciler, Hz. İsa’nın sakalına özenen garip gömlekli erkekler üzerinden ironik bir biçimde eleştiriliyor. Yalnızlıktan komşusu Cavidan Hanım’ı dinleyen, ardından onun çöplerini çalmaya başlayan Ercüment, bir gün o çöplerden kanlı kıyafetler bulunca kendini absürt polisiyenin içerisinde buluyor. Nitekim, ironiyle absürdü tek potada eritmeyi tercih eden bir yazar Yurtçu. Kitaba adını veren “Aramızdaki Fikret” adlı öyküye baktığımızda yirmi senelik karısı tarafından terk edilip kalp krizi geçirdikten sonra kendini onlara eziyet eden kocalarından intikam alan dört kadının yanında bulan suya sabuna dokunmaz bir adam söz konusu. Öte yandan öyküde devletin hukuk sistemi de eleştirilmekte:


“Evde, çay soğuk diye tokat, gömlek ütüsüz diye gözümüze iki yumruk yer, otururuz. Önüne bak, kısa giyme, otur evinde der otururuz. Zevkimizden mi? Hayır, bizi koruyacak bir hukuk yok.” (s.56)


Hukuk zulmünün ve tecavüzü meşrulaştıran yapısının daha ilk öyküden itibaren eleştirildiğini vurgulamalı:


“Sonra bir anda infaz yasası diye bir dümen patladı. İki sene daha yatıp çıkacaktım. Tabii bu durumda tecavüzcünün, hırsızın, benim gibi cinayetten yatanların cezası yarıya indi, uzun süredir yatanları da saldılar sokağa.” (s.20)


Ancak eleştiri sadece hukuki düzene karşı değil, sol cenahtaki çürük elmalar da hicivden nasibini almakta. Yine “Aramızdaki Fikret” öyküsüne döndüğümüzde Nezihe’nin sözde “ülkeyi değiştirecek, devrim yapacak, kadınlara özgürlük getirecek” olan kocasının ona fiziksel şiddet uygulaması ve onu “iş arkadaşıyla yatmaya” zorlaması belirtilmekte. Entelektüel kesim de benzer şekilde Ercüment’in ağzından yerilmekte:


“Otuz saniye önce en güzel ses tonuyla Rönesanstan bahseden adamlar şimdi aralarında hangi kadının daha güzel kalçası olduğunu ve iç çamaşırının rengini tartışıyorlardı.” (s.63)

Bu dönemeçle birlikte zaman zaman kendi var olmaklığını sorgulayan insanın toplum içerisindeki var olmaklığı da sorgulanmakta. Zira, sürekli değişen bir sosyo-kültürel ortamda kendini yersiz-yurtsuz hisseden bireyler eşyaya sığınmakta. Nitekim “Mahallenin Acıklı Panoraması” adlı öyküde penceresinden mahallenin nasıl değiştiğini, sevdiklerinin nasıl taşındıklarını veya nasıl öldüklerini gözlemleyen anlatıcı böyle bir tavır takınmakta:


“Yeni olan şeyleri sevmiyorum. Koltuklarımız eski, tencerelerimiz tabaklarımız eski, evimiz eski, kıyafetlerim eski, sandalyem eski, sokak eski… her şey eski ve güzelken ne anlamı var yeni olanın hayatımızın ortasına çöreklenmesine.” (s.88)


Burada yeni olanı irdelemeli. Yurtçu metinlerinde yeni olan içi boş bir maziperestlik değil, insan ilişkilerinin bozulması, mahalle ruhunun ölmesi, toplumsal şiddetin artması, devlet baskısının birey özgürlüğünü kısıtlaması gibi unsurların tamamı olarak karşımıza çıkmakta. Bu yüzden de yalnızlaşan, kendini tekinsiz bir ortamda hisseden insan bir varlık savaşının içine düşüyor: “Öldükten sonra hatırlanmak için değil, varlığımı kendime kanıtlamak için yazıyorum.” (s.86)


Bu iklim içerisinde yazar, son öyküsü “O Denli Güzel”de kopan bağları yitimler silsilesi ve tesadüfler aracılığıyla birleştirerek buruk bir tebessüm sunmayı ihmal etmemiş… Tüm bunların ötesinde de gerek epigraflardan gerekse kitabın bütününden hareketle Yurtçu’nun hayatta kalmak ile yaşamak eylemlerini sorguladığını da eklemeli.


“Ben hiç intihar etmeyi düşünmedim mesela, çünkü gerek yok. Yaşamını sonlandırmak bana hep fazla arabesk geldi. Onları anlıyorum anlamasına, anlamıyorum değil, yine de rüyadan uyanacağının garantisi var mı? Yok.” (s.12)



Aramızdaki Fikret

Sonat Yurtçu

İthaki Yayınları

105 s.

2022

Comments


bottom of page