top of page

“İkinci Cinsiyet”in İlk Cildi Üzerine: Mutlak Başka Olarak Kadın


CEREN DÜVEN









1949’da yayımlandığından bu yana sayısız insanın zihninde yankı uyandırmış, sayısız insana ilham olmuş bir eser “İkinci Cinsiyet”. Dilimize ilk olarak Payel yayınları tarafından “İkinci Cins: Genç Kızlık Çağı, Evlilik Çağı ve Bağımsızlığa Doğru” olarak çevrilmesine karşın, 2016 yılında Gülnur Acar Savran tarafından Koç Üniversitesi yayınları bünyesinde yeni bir çevirisi daha yapıldı. Payel yayınları çevirisini okumuş olarak gerek kitabı üç kitap halinde yayımlamış olmaları gerek ise kitapların farklı çevirmenler tarafından Türkçeleştirilmiş olması düşüncemde etkili ama en önemli sebep, Gülnur Acar Savran çevirisinden okurken farklı bir kitap okuduğumu hissetmem. Gülnur Acar Savran’ın Beauvoir felsefesine ne denli hâkim olduğunun çevirisinden anlaşıldığı kanaatindeyim.





Önsöz Üzerine


İkinci Cinsiyet’in önsözü Koç Üniversitesi Felsefe bölümü öğretim üyesi Zeynep Direk tarafından kaleme alınmış. Direk, Michèle LeDoeuff’ün Sartre’ın Beauvoir’ı yıkıcı bir biçimde eleştirerek onun felsefe yapma arzusunu kırdığını düşündüğünü ifade etmiş. Hatta LeDoeuff’ün Sartre’ı eril bir ideolojinin savunucusu olarak yorumladığını da yazmış. Bunun beraberinde Beauvoir’ın Sartre’a duyduğu bağlılığın hayatında özgürleştirici olduğu gibi yorucu, zorlayıcı ve hatta sınırlayıcı olduğunu da görebileceğimizi eklemiş. Direk’in yorumunda haklılık payı olduğu kanaatindeyim. Bu doğrultuda, önsözdeki şu ifadeye kulak vermeli: “İkinci Cinsiyet’ten bu yana feminist felsefe elbette çok yol kat etti, çok ürün verdi. Onu açıklayan ve eleştiren, ondan yana ve ona karşı pek çok yeni eser sayabiliriz, ama bunların hiçbiri İkinci Cinsiyet’in yerini alamayacaktır, çünkü hepsi onun açtığı ufukta yazılabilmiştir.”(s.13) Ayrıca, bu alıntı günümüzde birçok feminist tarafından eleştirilen Beauvoir’ı anlamak için önem arz etmekte.



Okurken benim de eleştirdiğim taraflar oldu. Örnek vermek gerekirse, bazı düşünümlerinin sentezini tam anlamıyla yapmıyor ve hatta bazı noktalarda etkin bir tutum sergilemesi gerekirken edilgen bir tavra bürünüyor. Bunun birçok sebebi olabilir: Birinci olarak, bazı ifadeler fazla keskin görülüp gelecek tepkilerin az da olsa önüne geçebilmek adına Beauvoir veya yakın çevresi tarafından sansürlenmiş olabilir. Kitabın yazıldığı yılı ve o dönemin koşullarını da göz önünde bulundurmak gerekli. Bundan ötürü Beauvoir’ı eleştirirken bu durumları göz ardı etmememiz gerekiyor.


Olgular ve Efsaneler


Simone de Beauvoir’ın “İkinci Cinsiyet”i feminist kuramın yapı taşlarından biri kabul edilir. Beauvoir, eserde disiplinler arası bir bakışa sahip olarak sadece felsefi geleneğe değil; antropolojiye, edebiyata, biyolojiye, psikolojiye ve tarihe de başvurur. Kitap büyük bir bilgi birikiminin yıllar boyunca devam eden bir zihin süzgecinden geçerek kâğıda dökülmesinin ürünü olmasının yanında benim açımdan Beauvoir’ın en başarılı eseridir de.


Beauvoir kadınların hayatlarının çeşitli dönemlerindeki deneyimlerine ilişkin düşüncelerini “ikinci cinsiyet olma durumu” adını verdiği tanımlamaya dayanarak ele almıştır. Beauvoir, Ecole Normale Supérieure mezunu bir felsefe profesörü olduğu için “İkinci Cinsiyet” genel anlamda felsefe kitapları arasına dahil edilir. Beauvoir’ın Sartre’dan daha yüksek dereceyle mezun olduğunu da eklemeli. “İkinci Cinsiyet” felsefe tarihi araştırmaları için çok yönlü bir kaynaktır; Jean-Paul Sartre, Maurice Merleau- Ponty, Edmund Husserl, Martin Heidegger, Georges Bataille, G.W.F. Hegel, Søren Kierkegaard ve Karl Marx gibi filozofları etüt etmiş olan ve onların terimlerini kendi sorunsalı bağlamında dönüştürüp yeniden tanımlayan bir düşünüm serüvenidir. Esasen “İkinci Cinsiyet”, kadının kendisini erkeğe göre tanımlamaması gerektiğini söyler. Kitabın girişinde Beauvoir; maddeci tarihe, biyolojiye ve psikanalize başvurarak kadının kendisini eş ve anne rolleri arasında nasıl sıkıştırılmış bulduğunu açıklar. Cildin “Yazgı” bölümünde, bu üç disiplinden yararlanılarak kadınlık durumunun kuruluşuna ve sürdürülüşüne ilişkin saptamalar yapar. Biyoloji bize kadının doğurgan olduğunu, erkeğin de onu döllediğini söyler ama bundan erkeğin “özne”, kadının “mutlak başka” olmasını gerektiren bir çıkarım yapılamaz.


Kadının mutlak başka olarak konumlanması Beauvoir’e göre maddeci açıdan yorumlanan tarihin süregelen yapısıdır. Erkek özne olabilirken, kadın hiçbir zaman diyalektiğe girmeyen “başka” olarak kalmıştır. Tarihte özgürlüğün gelişimine baktığımızda erkek, diğer erkeklerle iktidar mücadelesine ve varlık savaşına girerek özneleşmiş; buna karşın kadın, mutlak başka olarak konumlandığı için özgürlüğün tarihsel olarak gerçekleştiği diyalektiğe girememiştir. Özgürlük ideası tüm insanlığın özgürlüğünü içerir ve kadın da insan olduğu için bu ideası dışlanamaz. O halde özgürlüğün tarihsel akışına kadının dahil olması için “mutlak başka” olmaktan çıkması gerekir. “Mutlak başka” konumundaki kadın hem yüceltilmiş hem de erkeğin hizmetkârı haline gelmiştir. Hizmetkarlıktan köleliğe atıfta bulunacak olursak, Beauvoir’ın Hegel’in köle-efendi diyalektiğine gönderme yaptığını sezinleyebiliriz.


Beauvoir kitaba başlarken şöyle der: “Feminizm kavgası üzerine epeyce yazıldı; günümüzde bu kavganın neredeyse sonu geldi. En iyisi ondan artık söz etmemek. Oysa hâlâ sözü ediliyor. Ve bu son yüzyıl boyunca piyasaya ciltlerle sürülmüş bir sürü ahmaklık, soruna pek de ışık tutmuşa benzemiyor.”(s. 25) Bunları demesinin üzerinden 73 yıl geçmiş ve vaziyet hâlâ bu cümleyle ifade edilebilecek halde. O zaman feminizmin ne olduğunu sormalı: İdeoloji mi? Kuram mı? Ekol mü? Akım mı? Bugün feminizm hakkında konuşulduğu vakit hangi önyargılarla karşılaşacağımızı kestirmek güç değil.


Yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte kadının statüsünde değişiklikler meydana geldi. Nitekim, bu minvalde Beauvoir şöyle der: “Kadını sevgiden değil, korkudan kültleştirmiştir erkek. Kendini gerçekleştirebilmesi için, her şeyden önce kadını tahtından indirmeye başlaması gerekmiştir.” (s. 105) Kadın ve erkeğin tahtta yan yana oturduğu dönemden bugüne kadar geçen sürede ülkeleri kadını kendi arkasında gören erkeklerin yönettiği bir döneme evrildi dünya. Bu düşünce yapısının sadece erkeklere özgü olmadığının da altını çizmeli. Tam da bu noktada, Simone de Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz, kadın olunur.” sözü devreye giriyor ve kadın olmanın gerçek anlamını gün yüzüne çıkarıyor. Kadını eve hapsedip toplumsal hayattan soyutlayan eril ideoloji, yalnızca erkekler yüzünden bu boyuta ulaşmıyor. Bunda kadınların da payı olduğunu belirtiyor Beauvoir. Başka bir ifadeyle konu cinsiyet değil ideoloji. Yani eril tahakkümü savunan herkes cinsiyetler arası eşitsizliğin sorumlusu olarak görülmeli.


Günümüzde halen, kadın cinsel organı tarlaya benzetilirken erkek cinsel organı tarlaya tohum ekme vazifesini doğar doğmaz “üstlenmekte”. Ancak kadın, bu yoz düşünceyle ikincil ve “başka” statüsüne indirgenemez. Bu eşitsizliği tarihsel bağlamda incelediğimizde indirgendiğini görebiliriz. Bilhassa dini metinlere, kutsal kitaplara, kısaca Sami dinlerine baktığımızda. Nitekim, Beauvoir bu noktaya da temas etmekte... Kitaptan bir örneğe değinmek gerekirse Hristiyanlık, bütün “ten nefretine” rağmen, kendini adamış bakireye ve namuslu, itaatkâr eşe saygı gösterir. Dinler bitmek tükenmek bilmeden kadının doğurganlığına değinir. Onlara göre kadın “anne” olabildiği için, erkeğin soyunu devam ettirdiği için değerlidir. Bu, kadının özgürlüğünü kısıtlayan en önemli etmenlerden biridir. Başka bir örneğe bakarsak, Bebel, kadının iş hayatına atılıp evde ona “önemsiz derecede az” ihtiyaç duyulduğunda kadın özgürlüğünün gerçekleşebileceği söylemiştir. Beauvoir da bu tezi makul bulmakla beraber bu durumun toplumsal düzlemde nasıl gerçekleştirilebileceğinin öngörülememiş olması sebebiyle onu eleştirir. Bu noktada şu alıntıyı paylaşmak yerinde olsa gerek:


“Kadınla en çok duygudaşlık içinde olan erkek bile onun içinde bulunduğu somut durumu hiçbir zaman tam olarak bilemez. Ayrıca, kapsamının genişliğini bile ölçemedikleri ayrıcalıklarını savunmaya çalıştıklarında erkeklere inanmak yetersizdir. Dolayısıyla, kadınlara yöneltilen saldırıların çokluğu ve şiddeti karşısında sindirilmemize izin vermeyeceğimiz gibi, ne ‘gerçek kadın’a bir ödül gibi sunulan çıkarcı övgülere kanacağız, ne de kadının hiçbir şekilde paylaşmayı istemeyecekleri yazgısının onlarda uyandırdığı coşkuya kapılacağız.”(s. 36)


Buna benzer nitelikte olup yanına “Payel yayınları çevirisine ithaf ediyorum.” diye not aldığım başka bir cümle de şu ki: “Kadının durumunu açıklığa kavuşturmak için yine de kadınların en doğru konumda olduğunu düşünüyorum.” (s. 37)


İçerik özelliklerine gelirsek, kitap üç bölüme ayrılmış: “Yazgı, Tarih ve Efsaneler”. Yazgı kısmında kadın biyolojik verilerin, psikanalitiğin ve tarihsel maddeciliğin bakış açılarıyla ele alınırken ikinci kısımda kadının tarihsel süreçteki durumu beş alt başlıkta incelenmiş. “Efsaneler” kısmında ise ünlü yazarların eserlerinde kadının konumu ele alınmış. Birinci bölümü ele alarak başlarsak biyolojinin verileri kısmında geçen şu ifade oldukça açıklayıcı:


“Kadın mı? Çok basit, der formül meraklıları. Bir döl yatağıdır, yumurtalıktır, tarladır (…) o.” (s. 43)


Zaten, “dişi” terimi üzerine uzunca yazmıştır Beauvoir. Bu terimin kadını doğaya yerleştirdiği için değil, onu cinsiyetine hapsettiği için aşağılayıcı olduğunu ifade etmiştir. Sonraki sayfalarda Aristoteles’in düşüncelerine yer verir. Aristoteles, ceninin sperm ile adet kanının karşılaşmasından oluştuğunu hayal eder. Olmayan kızlık zarına ve erkeğin güya zarı yırtıp “erkekliğini” kanıtladığına atıfta bulunur. Bu sembiyoza kadın sadece edilgen bir maddeyle katkıda bulunmuştur; güç, etkinlik, devinim, yaşam eril ilkedir. Bu, aynı zamanda biri güçsüz ve dişi olan, diğeri ise güçlü ve eril olan iki tohum türünün varlığını kabul eden Hipokrat’ın da öğretisidir. Aristoteles ve Hipokrat’ın yolundan giden Hegel de erkeği etkin, kadını edilgen görür. İleriki sayfalarda erkek egemenliğinin cinsel birleşme pozisyonundaki üstte olma durumuyla ilintisi açıklanır. Gökyüzünün ataerkil, toprağın anaerkil sayılması ve hatta yaratılan ilk insanların arasındaki ilk kavganın sebebinin de bu pozisyon olması tesadüf olmasa gerek.


Psikanalitik bakış açısının ele alındığı ikinci bölüm; kadını tanımlayanın doğa değil, kadının duygulanma yetisiyle doğayı kendi hesabına devralarak kendini tanımlamasını ifade ederek başlar. Bu kısımda tahmin edildiği üzere Freud ve Schopenhauer’den uzunca bahsedilir. Oidipus kompleksinden doğan hadım edilme karmaşası anlatılırken penis kıskançlığı meselesi de ele alınır ve konu, Freud ekolünden ayrılan Jung ve Adler’in bakış açılarıyla genişletilir. Penisin gurur kaynağı haline gelmesi ise kültürel kodlarımız sayesinde zaten hiç unutturulmamıştır. Sünnet çocuğunun penisi yüceltilirken adet görmeye başlayan kızlara fiziksel şiddetle zorlu bir kadınlık sürecinin onları beklediği hatırlatılır.


Son kısımda ise psikanalistler arasında erkeğin insan, kadının ise dişi olarak tanımlanması durumuna değinerek bitirir Beauvoir. Kadının ne zaman insan olarak davransa erkeğe öykündüğünü söylenmesinden dem vurur.

Tarihsel maddeci bakışla yazılan üçüncü bölüme ise fiziksel zaafının kadını erkeğin altında konumlandırdığını fakat teknolojinin erkeği kadından ayıran kas gücü farkını ortadan kaldırabileceğini söyleyerek başlar. Günümüzde bu mümkün kılınmıştır, öyleyse neden bu “başka” olma durumu hâlâ son bulmamıştır? Yine buradan hareketle ileriki sayfalardaki şu ifade ataerkil toplumların anlamakta zorlandığı durumlardan biridir: “Bir kadının çocuk yapmasını talep ettiğinizde, onun hayatına zorla müdahale etmiş olursunuz.” (s. 85)


İkinci bölüm ise “Tarih” başlığını taşımaktadır. Bölüm sonunda bahsi geçen kadının annelik yaparken kendi bedenine çakılı kalıyor oluşu fikrine katılmamak zor... Artık bu durumun romantize edilmekten çıkıp gerçekçi bakış açılarıyla ele alınması gerekmekte... Levi-Strauss ilkel toplumlar üzerine yaptığı incelemesinin sonunda, “Kamusal ya da basitçe toplumsal otorite her zaman erkeklerindir.” diyor. Yine bu doğrultuda, Beauvoir sayesinde tanıştığım Christine de Pisan, Mary Wollstonecraft’ın “Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi”nde okuduğum ifadelere benzer niteliğe sahip düşüncelerini Wollstonecraft’dan daha önce şöyle ifade etmiş: “Şayet küçük kızları okula gönderme adeti olsaydı ve onlara erkeklerle birlikte bilimler öğretilseydi, erkekler kadar mükemmel bir şekilde öğrenirlerdi ve onlar gibi, bütün sanat ve bilimlerin inceliklerini kavrarlardı.”(s. 137) Beauvoir’ın Fransız kadınlarının durumunun biraz daha iyi olduğunu ifade edip genel eğilimin “çok bilmiş kadınlar”a karşıt olduğunu ifade ettiği pasajı okuduktan sonra tebessüm etmemek güç. Sonraki sayfalarda, 19.yüzyıl ile birlikte yaygınlaşan korunma yöntemlerinin kullanılmasıyla, kadının “kuluçka makinesi” işlevinden kurtulma yolundaki çıkışa yaklaştığına ve kadının kendi bedeninin hakimiyetini kendi eline aldığı konusuna değiniliyor. Kadın hükümdarların “cinsiyetsiz” oluşuna vurgu yapan kısım ise bir hayli ilginç.


Sonuç olarak, yüzyıllardır kadınlara Bakire Meryem ve Havva gibi ağırbaşlı, sessiz oldukları ve erkek tahakkümüne boyun eğdikleri bir rol biçilmiştir. Bu boyunduruk özellikle Ortadoğu coğrafyasında varlığını hâlen şiddetle sürdürmektedir. Erkeklerin asıl korkusunun erkekliklerinin kadınlar tarafından alt edilmesi olması, üzerine kafa yorulması gereken bir konu olarak karşımıza çıkar. İlaveten, hâlâ “kadın”ın en medeni ülkelerde dahi “başka” olmaktan çıkamamış oluşu bize feminist mücadelenin kat etmesi gereken çok yol olduğunu da göstermekte.


Kaynakça:

Aydınalp, Esra Başak,” Varoluşçu Özgürlük Bağlamında Kadın: Simone de Beauvoir ve İkinci Cinsiyet”, Litera: Dil, Edebiyat ve Kültür Araştırmaları Dergisi, İstanbul Üniversitesi, 2020.

Çatlak Zemin, “İkinci Cinsiyet’in başına gelenler”, 2019.

De Beauvoir, Simone, "Evlilik Çağı", Payel Yayınevi, 7. basım, İstanbul, 1970.

De Beauvoir, Simone, “Bağımsızlığa Doğru”, Payel Yayınevi, 7.basım, İstanbul, 1970.

De Beauvoir, Simone, “Genç Kızlık Çağı”, Payel Yayınevi, 7.basım, İstanbul, 1970.

Deguy, Jacques & Le Bon de Beauvoir, Sylvie, “Simone de Beauvoir: Özgürlüğü Yazmak”, Yapı Kredi Yayınları, 3.basım, İstanbul.

Kristeva, Julia, “Simone de Beauvoir Aramızda”, Sel Yayınları, İstanbul.

Wollstonecraft, Mary, “Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi”, İş Bankası Yayınları, 5.basım, İstanbul

bottom of page