Pınar ÇAKMAKLI
Siyaset, iş, okul, evlilik gibi iletişim kanallarının gittikçe karmaşık ve rekabetçi hale geldiği bir dünyada, narsisistler artık ön safhalarda yer alıyor. Baştan çıkarıcı, baskın, üstünlüklerini yüksek perdeden her yerde sergileyen bu insanlar, en önemli makamları işgal ediyor. Terimin halk arasındaki kullanımında, bir çeşit ahlaki yargılamayla, sadece kötü tarafını, yani megalomani, bencillik ve başkalarına karşı kayıtsızlığı görme eğilimindeyiz. Profesyoneller ise, bu sorunsalla ilgili farklı görüşlere sahipler...
Depresyon, geç-modern insanın kendi olmak hususundaki başarısızlığının patolojik bir dışa vurumudur.
Yorgunluk Toplumu, Byung-Chul Han
Narsisizm terimi, Yunan mitolojisinin bir efsanesinden doğmuştur; önce Ovidius Dönüşümler’inde efsaneyi ele almış, daha sonra öykü çeşitli biçimlerde sayısız kere işlenmiştir. Nehir tanrısı Kefisos ile su perisi Liriope’nin oğlu olan Narkissos ender görülür bir güzelliğe sahiptir, “su perilerinin aşkına layıktı.” Doğduğunda Liriope kâhin Tiresias’ı ziyaret eder ve çocuğun ihtiyarlığa ulaşıp ulaşamayacağını sorar: “ Eğer kendi kendisini bilmezse ulaşacak,” diye cevap verir kâhin; kimileri bunu “ Kendi kendisine bakmazsa” diye çevirirler. Narkissos’un istisnai güzelliği çevresinde arzu yaratır ve bir sürü genç ona âşık olur. Ama bu güzelliğin arkasında öyle katı bir kayıtsızlık gizlidir ki, ne genç erkekler ne de genç kızlar yaklaşabilir ona. Kendisine âşık olanların arasında, kabaca ger çevirdiği Hava ve Toprak'ın kızı dağ perisi Echo da vardır. Echo, o kadar incinir ki, hayatının geri kalanını vadilerde perişan halde dolaşarak geçirir, sonunda geriye yalnızca bir cümlenin son kelimesini tekrarlayan sesi kalır. İntikam tanrıçası Nemesis, misilleme olarak Narkissos’u bir su kaynağına yollar, Narkissos orada susuzluğunu giderirken suda kendi aksini görerek görüntüye âşık olur. O günden sonra suda güzel yüzünü seyretmekten bir türlü vazgeçemez. Bu görüntüye dokunamadığı, sevmeyi de bırakamadığı için umutsuzluğa kapılır, ama bir türlü oradan ayrılamaz. Sonunda yemeyi içmeyi unutur, kendi görüntüsüne sarılmaya çalışarak öne doğru eğilir ve boğulur. Su birikintisinin kenarında kök salarak yavaş yavaş adını taşıyan çiçeğe dönüşür; o günden beri çiçek ilkbaharda suya yansırken, kışın solup ölür. Ovidius’un öyküsünde Narkissos kendi görüntüsüne o kadar odaklanmıştır ki, başkasını sevmesi mümkün değildir. Suda kendini tanır: “Heyhat, gördüğüm delikanlı benim ta kendim.” Sonunda kendisine duyduğu aşırı sevgiden ölür. Ancak Amerikalı tarihçi ve sosyolog Christopher Lasch ve ardından gelen başka düşün insanları, öyküyü başka türlü yorumlar: Eğer Narkissos kendi görüntüsünden bir türlü kopamadıysa, bunun nedeni kendi aksini âşık olduğu bir başkası sanmasıdır. Talihsizliği, bu ötekinin ulaşılmaz oluşudur, tıpkı kendisinin de başkaları için ulaşılmaz oluşu gibi. Narkissos suda kendi görüntüsünü tanımadıysa, bunun nedeni, tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibi, kendisiyle çevresi arasındaki farkı ayırt edememesidir. İnsanın kendisini çevresinden ayıramamasının, Freud’a göre “ birincil narsisizme” denk düşen bir aşama olduğunu ve çağdaş narsisistlerin ortak özelliğinin de bu olduğunu bize aktaran Marie France HIRIGOYEN’in kaleme aldığı, Ayşen Gür’ün çevirdiği, İletişim yayınlarından çıkan, sekiz bölümden oluşan Narsisistler İktidarda kitabı ilk bölümünde dünyaca tanınan bir narsisisti ağırlıyor.
“Donald Trump’ın Patolojik Narsisizmi”
Kendi kendisi ile övünmesi, davranışlarındaki dışavurumculuk, öz denetimden ve empatiden tamamen yoksun oluşu, Trump’ı okulda örnek olarak okutulacak bir örnek haline getiriyor ve “büyüklenmeci narsisizmi” tanımlayan bütün ölçütleri görmemizi sağlıyor. Komplekslerinden tamamen yoksun olan Trump, kendi reklamını yapmak için aklına eseni söylemekte hiç duraksamıyor. Narsisizmin en görünür boyutu kibir, kendisiyle ilgili kanaati çok yüksek, ender görülür bir benmerkezciliği var ve utanç duygusundan tamamen yoksun.
ABD başkanlığına gelmesi, karikatüre benzese bile, bireylerin gittikçe kendilerini merkeze almaya başladığı, sosyal ağlara “bağımlı” hale geldiği ve en iyi olduklarını kanıtlamak amacıyla sürekli kendilerini öne çıkarttığı modern dünyamızdaki sapmaların bir yansıması olabilir mi?
Öncelikle, genel kanının aksine narsisizmin kendisi bir patoloji değildir. Sadece aşırıya kaçtığında patolojiye dönüşebilir. Sağlıklı bir narsisizm, insanın kendi becerilerini tanımasını, ama aynı zamanda kırılganlığını ve kusurlarını da kabul etmesini içerir.
Siyaset, iş, okul, evlilik gibi iletişim kanallarının gittikçe karmaşık ve rekabetçi hale geldiği bir dünyada, narsisistler artık ön safhalarda yer alıyor. Baştan çıkarıcı, baskın, üstünlüklerini yüksek perdeden her yerde sergileyen bu insanlar, en önemli makamları işgal ediyor.
Terimin halk arasındaki kullanımında, bir çeşit ahlaki yargılamayla, sadece kötü tarafını, yani megalomani, bencillik ve başkalarına karşı kayıtsızlığı görme eğilimindeyiz. Profesyoneller ise, bu sorunsalla ilgili farklı görüşlere sahipler: Çok sayıda psikiyatrist ve psikolog narsisizmin çevremizi kuşattığının ve bu hastalığa sahip olanlar açısından yıkıcı olduğunu belirtiyor. Günlük yaşamın zorluğundan şikâyet eden kişiler ile karşılaşıyoruz, çünkü her yerde başarılı olmak gerekiyor ve insanlar bu başarıya her zaman ulaşamadıklarını hissediyorlar. Günümüzdeki sorunların kendimize yeterince güvenmememizden kaynaklandığını öne sürerek herkesin narsisizmini güçlendirmesini öneriyorlar. “Böylece çağımız narsisizmi bütün soslarla karıştırarak, sağlıklı, olumlu, kendini gösterebilmek için yeterli düzeyde özgüvene izin veren narsisizm ile çoğu zaman başkalarına zarar vererek kendini öne çıkarmaktan, kibirden oluşan patolojik narsisizmi birbirine karıştırıyor.” Oysa narsisizm kendi başına bir patoloji oluşturmadan da kişinin eleştiri ve başarısızlıkları karşısında özsaygısını korumasını, kusurlarını kabul etmesini, olumsuz yönünü diğerine yansıtmamasını sağlayacak şekilde kendi değerinin farkında olmasını, ötekini, kendi büyüttüğü görüntüsünü yansıtacak bir aynaya indirgeyecek derecede benliğini merkeze oturttuğu zaman aksi hale gelir. Çağdaş narsisizmi küresel olarak, kim olduğumuzu etkileyen toplumsal ve kültürel bir olgu olarak anlamak gerekir. İster psikolojik, ister sosyolojik açıdan yaklaşalım, küreselleşmenin bireylerde derin bir dönüşüme yol açtığını görmeliyiz. Gerekli taviz ve kısıtlamalar üzerine kurulu, nevrozların ortaya çıkışını kolaylaştıran ataerkil bir toplumdan, bireyin özgürlüğü ve hüsrana karşı tahammülsüzlük üzerine kurulu, narsisistik kırılganlıkların telafisini zorlaştıran bir kültüre geçtik. Bireylerin psikopatolojileri, toplumdaki değişimlerin yansımasıdır.
“Mesleki ve özel yaşamda “başarmak” için öne çıkmak, kendi değerini artırmak gerekiyor. Bu durum yoldan çıkışların kurala bağlanması konusunda zorluk çekilen sosyal ağlarda ve televizyonlardaki reality şovlarında açıkça görüldüğü gibi, çiftlerin gittikçe daha geçici hale geldiği ailelerde de göze çarpıyor. Bunlara elbette manevi tacize veya yıpratmaya bağlı ruhsal acı ve baskının gittikçe daha fazla görüldüğü işyerleri de ekleniyor.”
Postmodern dünyanın kişiselleşmesinin veya sınırlı bireycilikten topyekûn bireyciliğe geçişin etkisi bakımından incelendiğinde postmodern toplumun ideolojik boşluğunu tanımlayarak, bu boşluğun kutsal ve ortak olanın yok olduğu, insanın sahneye çıktığı ve varlığını var olmaya değil gözükmeye adadığı bir dünyada, bir çeşit tatminsiz hedonizme ulaştığını gözlemleyebiliriz. Özçekimler insanın kendisine duyduğu hayranlık değil tam anlamıyla bir içi boşluğu ortaya koymuyor mu? Chul Han Yorgunluk Toplumu adlı kitabında “aşırı olumluluğun” ele geçirdiği bir toplumu anlatır. Bireyin rahatsızlığı bir yoksunluktan çok, aşırı faaliyetten, olumluluktan kaynaklanır. Önceki disiplin toplumu, aşırı kurallarıyla -yani olumsuzluğuyla- efendiler ve köleler yaratmıştı ama sağaltıcıları ve devrimcileri de vardı. Psikolojik yıpranma veya depresyon yaratan hâlihazırdaki toplumumuz ise, kendi kendisini tüketiyor.
HIRIGOYEN; 1949 Fransa doğumlu. Tıp eğitimini tamamladıktan sonra aile psikiyatristliği ve psikanalizm alanlarında uzmanlaştı. Kriminolojinin bir dalı olan kurban-bilim üzerine eğitim alarak manevi taciz konusu ile ilgilenmeye başladı. Ardından işyerinde stres ve istismar konularına eğildi. Yazarın çalıştığı konuların adının önüne geçmiş olduğunu gıpta ile hatırlatırken kitabın sonunda toplumdaki narsistleşmenin zararlı etkileri konusunda bir bilinçlenme başladığını duyurmayı ihmal etmiyor. "1980’den sonra doğan 'milenyum' kuşağı, genel olarak tüketime, özel mülkiyete daha az bağlı ve çoğu zaman tüketicilik üzerine kurulu anne babalarının toplumunu reddediyorlar." diye ekliyor. Birçoğu zenginliğin ve birikiminin insanı daha özerk ve özgür kılmadığını ve kısa vadeye dayalı mevcut sistemin gezegene zarar verdiğini anlamış durumda.
Sözümü eski Ekolojik Dönüşüm Bakanı Nicolas Hulot’nun 2017 Eylülünde iktidarı devir teslim töreninde söyledikleriyle bitireceğim. “Ütopyaya Cesaret Edelim!” Aşırılıklar çağının ardından ölçülülük çağı gelecek. Çoğu insan daha şimdiden, kendilerince yaşam tarzımızı değiştirmemiz, tüketim biçimimizi çevreye uyarlamamız ve ötekileri olduğu gibi kabul etmemiz gerektiğini fark ediyorlar. Narsisizm patolojilerinden kurtulabilmenin yolu işte bu.
Narsistler İktidarda
Marie-France Hirigoyen
İletişim Yayınları
Çev. Ayşen Gür
223 s.
2021
.
Comments