top of page

Neden Özgün Bir Dizi? Alef'in Tarihi ve Mistik Arka Planı

Metin YETKİN


Mevcut dizilere baktığımızda birbirinin kopyası olan ağa veya entrika dizileri görmekteyiz. Yetkin izleyicinin ilgisini çeken diziler ve filmler ise uyarlama. “Hekimoğlu”, Amerikan yapımı “House” dizisinin; “Öğretmen”, Kore yapımı “Mr. Hiiragi's Homeroom” dizisinin, geçtiğimiz günlerde Fransa’da Netflix’te ilk sıraya yerleşen “7. Koğuştaki Mucize” ise yine Kore yapımı olan “Miracle in Cell No 7” filminin bir uyarlaması. Tüm bu uyarlama dizilerin arasında özgün bir hikâyeyle karşımıza çıkan Alef diğer yapımlardan sıyrılmayı başarıyor.


Başrollerini Ahmet Mümtaz Taylan, Kenan İmirzalıoğlu ve Melisa Sözen’in paylaştığı BluTv ve Fx ortak yapımı olan “Alef” dizisinin 4. bölümü geçtiğimiz cuma günü yayınlandı. Alef’i izlemeden önce pek tabii olarak internette küçük bir araştırma yapmıştım. Yönetmen koltuğunda Emin Alper’in olması merakımı celbetmişti zaten. İnternette yapılan yorumlar üç aşağı beş yukarı doğru. Dizi, tecrübeli polis-çaylak polis ikilisinin birtakım mistik cinayetleri çözmeye çalışmasını konu ediniyor. Tabii, bunları işleyen ve hâlâ karşılaşmadığımız bir de seri katilimiz var. Diziye karanlık bir atmosfer hâkim ve çekimler oldukça başarılı. İstanbul’un hiç bilmediğimiz mekânlarını mistik cinayetlerin havası altında görmek oldukça etkileyici. Öte yandan merak unsuru asla kaybolmuyor. Ancak tüm bunlar, benim gibi edebiyat üstüne yazan birinin dizi eleştirisi yazacak cüreti bulması için yeterli değildi, tâ ki 4. bölümü izleyene kadar.

4. bölümü izlediğimde bu cüreti kendimde buldum çünkü dizinin konusu ve konunun işleyiş tarzı en nihayetinde özgün bir dizi izlediğimi gösterdi bana. Burada birkaç noktadan bahsetmekte fayda var. İlki, Türk izleyici bir diziye başlamak için o dizinin oldukça popüler olmasını kıstas alıyor veya “Acaba vakit kaybeder miyim?” diye bir diziyi veya bir filmi seyretmek yerine saatlerini internetteki yorum ve analiz dehlizinde geçiriyor. İkincisi, eleştirmenler birkaç bölüm seyrederek bir an evvel kalem oynatma yoluna gidiyor. Böylece ortaya ıska yorumlar ve analizler çıkıyor. Eğer bu ıska yorumlar içerisinde kehanetini tutturan biri varsa kolları tekrar sıvıyor, “Ben demiştim.” parfümüyle yeni bir yoruma veya analize başlıyor.

Oysa, bir sanat eserini incelerken benim kıstasım o eserin bana ne kadar anlam katmanı sunduğudur. Satıhtan derine indikçe kayboluyorsam ve bu kayboluş bende bir haz yaratıyorsa o eserin iyi olduğunu düşünürüm. Bu katmanların kasten yahut bilmeden yaratılmış olmasını pek de önemsemem. Alef’e gelirsek, ilk 3 bölümünde gerçekçi bir Türkiye portresi gördüm: Ana avrat sövüp de vali aradığında ceketini ilikleyip ayağa kalkan emniyet müdürü yahut muhafazakâr bir aileden gelmesine rağmen trans işçi olarak hayatını kazanan bir kişi tam da bugünün fotoğrafını teşkil etmekteydi. Bununla birlikte neo-liberal muhafazakarların dünyasına da adım atmış olduk. Özellikle "Devr-i Âlem Cemiyeti" diye bir kurumdan söz edilmesi beni hayli gülümsetti. Ancak 4. bölümde Kemal ve Settar, Âşiyan’daki Kayalar Mescidi’ne gidince farklı bir katmana girdiğimizi anladım.



Kayalar Mescidi

Öncelikle bu mescit 15. yüzyıldan kalma. Mescidin yan tarafındaki küçük mezarlıkta da İsmail Mâşuki’nin mezarı olduğu rivâyet edilir. İsmail Mâşuki bir mutasavvıf. “Vahdet-i vücud” görüşünü benimseyerek zikirlerini “Allahım” diye yaptığı için Kanuni Sultan Süleyman döneminde idam edilmiş. “Vahdet-i vücud” görüşüne gelirsek; kısaca, her varlığın Allah’ın bir yansıması olduğuna inanarak her varlıkta O’nu görmek. Bu görüşten dolayı Hallac-ı Mansur da tıpkı İsmail Mâşuki gibi, “Ene’l Hakk” yani “Ben Allah’ım” demiş ve Abbasi halifesinin emriyle 10. yüzyılda idam edilmiş. Tabii, her iki mutasavvıfın da “Allah” olma iddiası yok, kendilerini Allah’ın bir yansıması olarak görüyorlar fakat bu cümleleri tevhid inancına aykırı düştüğü için akıbetleri aynı. Bu akıbet birçok mutasavvıfın ortak kaderi olmuş, desek yalan olmaz. Peki neden? Bunun cevabını verebilmek için Türk sufiliğinin gelişimine bakmak gerekmekte.

Türkler’in İslam yorumu iki şekilde tezahür etmiş. İlki Sünni yorumu temel alan “ortodoks” İslam, öbürü ise Sünni yorumun dışına çıkan, göçebe halkın benimsediği mitolojik gelenekleri kültürel anlamda bir araya getiren “heterodoks” İslam.[1] Bilindiği üzere Türkler 8. yüzyıldan beri Müslüman olmaya başlamış. Budizm’i ve Maniheizm’i kabul eden Uygurlar yerleşik hayata geçtikten sonra Harezm, Maveraünnehir ve Fergana bölgesiyle aslen Budizm ve Maniheizm dinlerinin yaygın olduğu Buhara, Semerkant, Merv ve Belh bölgeleri zamanla Sünni İslam’ın merkezi olmuş. Türkler ise Sünni İslam’ı kabul ettikten sonra fıkhi olarak Hanefilik’i, itikadi olarak ise Maturidilik’i benimsemişler. Bunun nedeniyse bu iki mezhebin pratik ihtiyaçlara karşılık veren, rasyonel düşünceyi ön plana çıkaran mezhepler olması. Sünnilik, Karahanlılar’dan itibaren resmi mezhep haline gelmiş. Gerek Gazneliler gerek Selçuluklular buna riayet etmişler. Bunun üç sebebi olduğunun altını çizer Ahmet Yaşar Ocak: İlki Maveraünnehir bölgesinde güçlü bir Sünni İslam geleneğinin olması, ikincisi üç yüz yıllık kuramsal bir geleneğin pratik ihtiyaca cevap vermesi ve son olarak Abbasi hilafetinin ağırlığı. Osmanlı döneminde ise Sünni İslam en güçlü dönemini yaşıyor fakat “ehl-i rafz” dedikleri ayrı mezheplere (yani heterodoks kesime) baskı kurmuyor. “Rafz” kelimesi “bir topluluktan veya bir görüşten ayrılmak” demek. Ancak 16. yüzyıldan itibaren devletin ihtiyaçları değişince ve Safevi tehlikesi baş gösterince heterodoks kesimlere baskı ve zulüm başlayacak. Heterodoks İslam’dan bahsedecek olursak; kısaca, eski inanış ile yeni inanış arasındaki benzer gelenekleri bağdaştıran bir anlayış. Horasan bölgesinde etkili olup hızla yayılmış. Ahmed-i Yesevi bu anlayışın yayılmasında önemli bir role sahip. Eski Türklerdeki atalar kültü, Budizm’deki aziz kültüyle birleşerek “evliya kültü” hâlini almış. Günümüzdeki türbeler bunun en önemli simgeleri çünkü mistik bir karizması olan kutsal kişilerin gücüne duyulan inanışı temsil ediyor. İslam’ın bu yorumu 10. yüzyılda başlayıp Alevilik-Bektaşilik inancına kadar uzanıyor. İlkin Şii motiflerle ilgisi olmasa da 15. yüzyıl sonlarına doğru bu motifler göçebe Türkmenler’i etkileyecek.


Osmanlı’nın yükseliş döneminde özellikle heterodoks kesimler (Kalenderi, Haydari, Bektaşi) önemli görevler ediniyor. Osmanlı uç beyliğiyken tüysüz (cavlak) bedenleriyle, vücutlarına kazıdıkları elif dövmeleriyle ve boyunlarındaki afyon boynuzlarıyla Kalenderi dervişlerinin karşı tarafa psikolojik baskı kurmak için ön saflarda yer aldığını biliyoruz. Öte yandan fethedilen bölgeyi ikâme etme konusunda da yine heterodoks dervişler önemli çünkü o bölgenin halkıyla daha rahat anlaşıyorlar. Ömer Lütfi Barkan’ın tabiriyle bunlar “kolonizatör” dervişler. Bektaşilik mezhebiyse yeniçerilerin mezhebi. Sünni ulema ile bir araya gelmesinler diye bu mezhebe kaydoluyorlar. Bu mezheplerin önemli bir özelliğiyse ihtilalci bir mehdiye inanmaları. Bu sebepten ötürü isyanların başında onlar var. 13. yüzyılda Babai isyanları, 15. yüzyılda Şeyh Bedrettin isyanı ve 16. yüzyıl isyanları bu inanıştan ileri geliyor. Alef dizisinde de bu mezheplerin anarşist yönünden bahsediliyor laf arasında. Anarşizme girmemekle birlikte ne Proudhon’a ne Kropotkin'e fakat eylem adamı olan Bakunin’e benzettim onları.

11. yüzyılda Türkmen göçleriyle Anadolu’ya gelen bu görüşler, 13. yüzyılda Kalenderilik, Yesevilik, Haydarilik ve Vafailik olarak belirgin hale gelmiş, 16. yüzyılda Bektaşilik olarak son şeklini almış. Diziye konu olan Kalenderilik tarikatına gelirsek, 7. yüzyıldan beri mevcut. Abbasi dönemindeki baskılar neticesinde oluşmuş. Mezhebin ön plandaki isimleri de her yerde “zındık” ilan edilmiş: Bayezid-i Bistimi (9. yy), Cüneyd-i Bağdadi (10. yy) ve Hallac-ı Mansur (10.yy) gibi. Zira bu insanlar zühd ve takva yerine Allah aşkını tercih eden “vahdet-i vücud” görüşünün temsilcileri. Hepsi de resmi İslam’a muhalif. Kalenderilik’in Melâmilik ile birlikte geliştiği ve tek bir akım şeklinde tezahür etmediği de önemli bir husus. Hepsinin ortak noktasıysa İran ve Hint mistisizminden besleniyor olmaları. Budizm, Zerdüştlük ve Maniheizm, Kalenderilik’i besleyen kaynaklar. Nitekim, “Kalender” kelimesinin Sanskritçe “Kalandara” yani “kanun dışı, düzeni bozan” kelimesinden geldiği düşünülmekte. Bu minvalde, Hindistan’a bakıldığında Brahmanizm’e karşı çıkan, boynunda keşkülüyle yarı çıplak dolaşıp sadece açlığını bastıracak kadar yemek dilenen gezgin dervişleri, Sramanalar’ı görmek mümkün. Hermann Hesse’nin “Siddhartha” romanında ortodoks ve heterodoks Budizm’in pek güzel tasvir edildiğini ve bu dervişlerden bahsedildiğini de eklemek gerek. Melamilik’in Horasan ve Maveraünnehir’de gelişmesi de tesadüfi olmamalı çünkü Kalenderilik öz itibariyle bu mezhebe dayanıyor. Baba Resul’den Şeyh Bedrettin’e, Torlak Kemal’e giden bir çizgi… Öte yandan Şems-i Tebrizi’nin de Kalenderi olduğu ve Mevlânâ’yı oldukça etkilediği bilinmekte. Zaten dizide buna paralel bir sahne var: 4. bölümün ilk sahnesi, Mevlevi bir şeyhin içlerine sızarak dini bozan Kalenderi dervişlerini yok etmek için yardım istemesiyle başlıyor ve zikir halindeki Kalenderiler cayır cayır yakılıyor. Eylül 1656 tarihli sahnedeki replik şöyle:

“Bizi bilirsin Nurettin Efendi. Biz sizin tarikinizi de tasvip etmeyiz. Dinimizce sema ve raksı bi’dat ve haram addederiz.”
“Biliriz elbette Hoca Efendi. Lakin Mevleviler şeriata saygılıdır. Amma ve lakin bunlar Kalenderi, Haydarisi, Bayramisi Mevlevilik kisvesine bürünüp bizi dergahımızdan ettiler. Tekkemizi küfre boğdular. Bunlara tez elden mâni olunmazsa maazallah, şeriatın tehlikede olduğu günler yakındır. Bize el verin, dergahımızı geri alalım.”

Mevcut dizilere baktığımızda birbirinin kopyası olan ağa veya entrika dizileri görmekteyiz. Yetkin izleyicinin ilgisini çeken diziler ve filmler ise uyarlama. “Hekimoğlu”, Amerikan yapımı “House” dizisinin; “Öğretmen”, Kore yapımı “Mr. Hiiragi's Homeroom” dizisinin; geçtiğimiz günlerde Fransa’da Netflix’te ilk sıraya yerleşen “7. Koğuştaki Mucize” ise yine Kore yapımı olan “Miracle in Cell No 7” filminin bir uyarlaması. Tüm bu uyarlama diziler arasında özgün bir hikâyeyle karşımıza çıkan Alef diğer yapımlardan sıyrılmayı başarıyor.

[1] “Ortodoks” kelimesi “sırat-ı müstakim” yani “doğru yol” demek. Ana akım inancı belirtir. “Heterodoks” ise bunun zıttıdır.


Kaynakça:

Barkın, Ömer Lütfi. "Kolonizatör Türk Dervişleri." www.academia.edu

Ocak, Ahmet Yaşar. "Kalenderiler" Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999, Ankara.

Ocak, Ahmet Yaşar. "Türkler, Türkiye ve İslam Yaklaşım, Yöntem ve Yorum Denemeleri" İletişim Yayınları, 2013.

bottom of page