Metin YETKİN
Her ay onlarca kitap basılırken meraklı okurun en büyük rehberi eleştirmenler. Kitap almadan önce eleştiri yazılarına bakan okur, bu metinler sayesinde bir fikir ediniyor. Ancak eleştiri yazılarının hemen hemen hepsinde kitapların olumsuz özelliklerine yer verilmiyor. Böylece “meraklı okur” bir “meta” olan kitabı almak için “hevesli” okura dönüşüyor. Eleştirmen-okur ilişkisi aslında iki taraflı bir ilişki fakat Türkiyeli okur eleştirmenleri sorgulamıyor… Öte yandan bu eleştirmenler edebiyatın her tarafına çöreklenmiş bir “baba” olarak karşımıza çıkıyor ve “oğullarının” büyümesine izin vermiyor.
Edebiyat mecralarına baktığınızda üç tip eleştirmen görürsünüz: Her mecrada yazarak edebiyat dünyasına “çöreklenmiş” eleştirmen, “çöreklenme” yolunda ilerleyen adı artık duyulmuş orta yaşlı eleştirmen ve yazılarını tek tük yayımlatma fırsatı bulan “hevesli” genç eleştirmen. Hevesli eleştirmen yazılarını bin bir zorlukla yayımlata yayımlata adını duyurunca çöreklenme yoluna giriyor ve artık yazıları sorgusuz sualsiz yayımlanmaya başlayınca “baba” edasına bürünerek her mecrada ismi gözüksün diye yazı makinesine dönüşüyor, “oğullarının” büyümesine izin vermiyor. Nitekim, satın aldığımız edebiyat dergilerinin çoğunda hep aynı isimleri görmüyor muyuz? Yeni çıkan bir şiir dergisinde bile dört beş “baba” ismin arasına serpiştirilmiş üç beş “oğul” formatından kurtulamıyoruz. İşte burada eleştirmene hayati bir rol düşmekte.
Öncelikle eleştirinin ne olduğundan başlamak gerek. Eleştiri, bir eseri olduğu gibi ortaya koymaktır kısaca. Ionesco, “Notlar ve Karşı-notlar” isimli yazılarının derlendiği kitabında eleştirmenin görevini açıklar: “O halde eleştirmek ayırt etmektir. Ayırt etmek yahut görmek farklı kılmaktır (görüyorum, bu budur) ve diğerlerinden ayırmaktır (budur, şu değildir.) Has eleştirmen bize şöyle demelidir: ‘İşte yapıt bu. Gözünüzün önüne seriyorum.’” (Ionesco, 2020: 25) Eleştirmen, işte bu görevi üstlenen kişidir. Ancak günümüzdeki eleştiri yazılarının çoğunda belki de yazarların akademik alışkanlığından kaynaklanan bir “kalıba uydurma” yarışı var. Günümüz eleştirmeni, edebi eseri tartmak yerine esere uygun kalıplar bulmaya çalışmakta. Mesela, bir metinde varoluşunu sorgulayan bir karakter olmaya görsün, Heidegger, Sartre, Camus gibi filozofların fikirleri derhal dahil ediliyor eleştiriye. Bu yüzden eser, yazıldığı dönemden yüz sene önce yaşamış filozoflardan birinin veya birkaçının fikirlerinin oluşturduğu bir tabakta okura servis ediliyor. Eleştiri yazılarına bakınız, çok kaba bir genellemeyle en fazla göreceğiniz isimlerin Freud ve Sartre olacağını söyleyebilirim. Bu yüzden, “felsefi tespitler” eleştirinin önüne geçiyor ve metin gölgede kalıyor. Bunun sebebi de eleştirmenin metne boş bir zihinle yaklaşmak ve öznel bir gerçekliği kavramaya çalışmak yerine kendi birikiminin ona sunduğu yoldan şaşmama hevesine kapılması ve kendi sanatsal ölçütlerini esere dayatma alışkanlığı. Nitekim, Ionesco bu konuya da değinmekte: “… eleştirmen yapıt aracılığıyla kendi ölçütlerini sorgulayacağına, kendi doktrini doğrultusunda yapıtı sorgular. (…) Artık alışkanlık, tekdüzelik, zihinsel tembellik, kolaylığa kaçma gibi nedenler eleştirmenin kendi ilkelerini sorgulamamasına yol açıyor.” (Age: 29)
Yani eleştirmen, metinden hareket etmek yerine kendi ön yargılarından hareket ediyor. Metni ıskalıyor, onu kendi edebi ölçütlerine uydurmaya, kendi çıkarımlarıyla açıklamaya çalışıyor. Bu da eleştirilen eserin değerini anlaşılmaz kılıyor çünkü her edebi eser aslında öznel bir gerçeklikten ibaret. Dolayısıyla bu gerçekliği kabul etmek veya reddetmek mümkün değil. Aksine, onun ne olduğunu anlamak ve bunu anlatmak gerekir. Belli başlı eleştiri kalıpları yahut belli başlı düşünme eğilimleri bu öznel gerçekliği görmeyi engeller.
İşin okur tarafına gelirsek, pek çok okur eleştiride bahsedilen isimleri hakkıyla okumadığı için eleştirmenin “büyük tespitleri” karşısında “büyüleniyor” ve kitabı okumaya yöneliyor. Oysa, eleştirmen ve okur arasındaki ilişki mürşit-talebe arasındaki ilişki gibidir, okurun eleştirmenden büyülenmesi yerine eleştirmeni eleştirmesi gerekmektedir ki eleştirmen her yazdığına dikkat etsin. Yoksa bu ilişki kitap piyasasının çarkını döndüren “ben sana hayran sen cama tırman” sevdasına dönüşmekte… Okurun bir diğer eksikliğiyse uzun yazılardan ürkmesi. Bu yüzden, eleştirmenler kısa yazılar kaleme almakta. Artık popüler hâle gelen kısa yazılara “eleştiri” değil, “tanıtım yazısı” demek daha doğru. Okurun bu yazıları tercih etmesi de işi hakkıyla yapan veya yapmaya çalışan eleştirmenleri zor durumda bırakıyor. Arz-talep şeklinde ilerleyen yayın dünyası eleştirinin içeriği kadar uzunluğuna da bakıyor. Bu yüzden meramını anlatamayan eleştirmen yavrusunu sineğe kaptırmakta. Doğal olarak, meramı yarım kalan eleştiri yazıları aynileşiyor. Oysa, her sanat eseri biriciktir. Bir eleştiri yazısını, birden fazla metnin altına koyduğunuzda bir sorun teşkil etmiyorsa o metin niteliksiz bir metindir çünkü görevi eseri olduğu gibi ortaya koymak olan eleştirmen tıpkı incelediği eser gibi biricik bir metin oluşturmak zorundadır. Ionesco, bu durumdan da yakınmakta:
“Yazınsal ya da dramatik bir yapıt yahut bir tablo ile ilgili bir yorumu alın; aynen koruyun, sadece yazarın adını, söz konusu yapıtın adını yahut özetini değiştirin, başka alıntılar da koyun elbette, göreceksiniz ki yorumcunun yorumları hem yeni alıntılara, hem yerine koyduğunuz yapıtın tümüne uygulanabilir.” (Age: 26)
Ionesco’nun söylediğini yaptığımızda durumun ne kadar vahim olduğunu anlamak zor değil. Bu doğrultuda okurun eleştirmenin eleştirmeni olması gerektiğinin altını tekrar çizmekte fayda var. Öte yandan, Türkiye edebiyatında eleştirinin bir diğer işlevi de “baba” rolüne bürünmeyi sağlamak çünkü eleştirmen “eleştirilemez” bir figür olarak durmakta. Nitekim, eleştirmenlerin çoğu yazar. Kendi kitapları çıktığında, onlarla aynı mecralarda yazan farklı isimler eserlerini inceliyor. Eleştirmenin diğer eleştirmenlerle ve yayın dünyasıyla olan ilişkisi de eserinin hakiki bir incelemeden geçmesini engelliyor. Bu sebepten dolayı edebiyat dünyasına “çöreklenmiş” olan isimler hemen hemen her mecrada düzenli olarak yazmakta. Zaten okur da bir dergi satın alırken tanıdığı, en azından duyduğu isimleri görmek istiyor maalesef. Bu kısır döngü yüzünden, genç kuşak, yani “oğullar” kalemi eline aldıkları vakit babalarından tevarüs ettikleri “babayı öldürme” görevini bilerek ya da bilmeyerek üstleniyor. Mesela, iyi bir öykü yazan genç bir insan hangi mecrada metnini yayımlatabilir? En yeni dergiler bile tanımadığı isimlerden gelen yazıları görmezden geliyor, bir teşekkür iletisi göndermekten dahi “aman adımıza halel gelmesin deyü” çekiniyorlar. Edebiyat mecralarına adım atmak iş mülakatına dönüşmüş durumda. İşverenler “tecrübeli eleman” arıyor fakat tecrübesi olmayanlara iş vermedikleri takdirde onlardan tecrübe kazanmalarını nasıl bekleyebilirler?
Burada yazar adaylarına da iş düşmekte çünkü yazdıkları biter bitmez editörlere gönderiyorlar. Pek çok editör yazıldıktan sonra bir defa dahi okunmamış, en ufak bir dikkat süzgecinden geçmemiş metinleri okumaktan bıkmış durumda. Yazılarını yayımlatmak isteyenlerin hem kendilerini hem de yazılarını demlendirmeleri şart. Aksi takdirde, gönderilen çalakalem metinler yüzünden editörler, “denize düşen yılana sarılır” misali “babalara” sarılıyor. Yani, babayı öldürmek isteyen oğul önce kılıcını bilemeli…
Nitekim, “baba-oğul çatışması” edebiyatımızın belki de Tanzimat’tan bu yana her alanda verdiği bir savaş ve önünde sonunda aşılacak -aşılması zorunlu- bir süreç. Ancak, edebiyatımızda bir “anne-kız” çatışmasından söz etmek mümkün değil. Daha ziyade, “baba-kız” veya “erkek çocuk-kız çocuk” çatışmasından bahsetmek mümkün. Edebiyat dünyasına yön veren isimlerin çoğunlukla erkek olması ve kadın edebiyatçıların yukarıda bahsettiklerimden çok daha fazla zorlukla karşılaştığını da unutmamak gerek fakat bu durum başka bir yazının konusu olmalı.
Netice itibariyle, bir coğrafyanın edebiyatının o coğrafyanın şahsiyetini yansıttığını bilerek kalem oynatmak zorundayız. Eleştiri meselesi de Türkiye edebiyatının pek çok sorununun düğüm noktalarından biri. Bu yüzden eleştirmen-okur ilişkisi “sorgulanabilir” bir nitelik kazanmak zorunda. Yoksa Türkiye edebiyatı ne babalardan ne da “ağababalardan” kurtulamayacak.
Notlar
Ionesco, Eugène. “Notlar ve Karşı-notlar”, YKY, 2020.
Comments