
Aysu ALTUNAY
Keskin yasa dışı norm ve dayatmalar da şiddetin nedenlerinden biri. Kendi içinde kurallaştırılmış öğretiler, yasaklar ‘ahlak’ çatısı altında şiddeti kabul edilebilir bir kılıfa sokmaya çalışıyor.
Şiddeti meşru kılan, kanıksatan, düstur haline getiren, neredeyse yasalaştıran bir dünyayla karşı karşıyayız. Anbean şiddetin bin bir çehreye bürünmüş haliyle burun buruna yaşıyoruz. Bazen hissettirmeden usul usul bazen var gücüyle haykırarak bazen sessizlikle gelen şiddete maruz kalıyoruz. Kimi zaman adına ‘kahramanlık, destan, öğreti’ denilen hikâyelerin bile şiddet örüntüleriyle dolu olduğunun bir türlü farkına varamıyoruz. Şiddeti yüceltme, onaylatma, kabul edilebilir hale getirme ve nihayetinde toplumda alışılmış bir mekanizma gibi işlemesine zemin hazırlama karşında derin sorgulamalara ve ciddi çözümlere ihtiyacımız olduğu apaçık ortada.
Zor gelebilir ancak şiddeti çözümlemek adına en baştan başlamakta yarar var. Şiddetin ne olduğundan, nelerden kaynaklandığından, hangi noktalardan beslendiğinden! Şiddet tarihsel, toplumsal, politik, dilsel, dinsel ve daha birçok alanda varlığını sürdürmeye devam ediyor. Âdem ile Havva’dan, Habil ile Kabil’den, bir tarafı kutsayıp yüceltirken diğer tarafı ötekileştiren, yabancılaştıran bazı destanlardan bu yana şiddet kendini meşru kılıyor. Şiddetin adı kimi zaman öğreti, kimi zaman yol yordam gösterme kimi zaman bireysel ya da toplumsal ‘iyilik’ için dizginleme yöntemi oluyor. Ancak şiddetin yol açtığı yıkım hiç değişmiyor. Aksine gün geçtikçe çeşitli şiddet biçimlerine maruz kalmaya devam ediyoruz.
Soyut, çabuk fark edilemeyen ancak en derin ve tehlikeli şiddet türlerinden biri politik şiddettir. Politik şiddet, kendi ideallerine uymayanları hedef göstererek şiddetin tetikleyicisi görevi görüyor. Bireylere nasıl davranması ve hatta nasıl düşünmesi gerektiğini bürokratik aygıtlarla, yasalarla ya da söylemlerde dikte etmeye çalışırken, birey ve toplumlara şiddet yoluyla ‘korku’yu işliyor. Toplumsal şiddet ve korku aracılığı ile ortaya çıkan karmaşa ve güvensizlik bir noktadan sonra politikayı besleyen bir edim olarak karşımıza çıkıyor. Toplumun şiddet karşısında şiddeti meşru kılacak yasa beklentileri yeni şiddet ve dizginleme biçimlerine kapı aralıyor.
Şiddetin bir diğer tehlikeli yüzü ise eril dilde yatmaktadır. Eril, ötekileştiren söylem, kavram ve tanımlamalar medyada, akademide, gündelik dilde tüm canlılığıyla yaşamaya devam ediyor! Buradaki en büyük sorunumuz dil üzerine neredeyse hiç düşünmüyor oluşumuzdan kaynaklanıyor. Oysa düşünce ve davranış alanını belirleyen, şekillendiren dil ciddi bir problematik alanıdır. Dilin bazı kökleri bile cinsiyetçi eklem ve ayrımlarla doludur.
Geçmişimizden izler olarak gördüğümüz atasözleri de benzer söylemlerle karşımıza çıkıyor. Sorgulamıyoruz, ihanet edeceğiz korkusuyla reddetmiyoruz! Haberler, diziler, filmler ‘ama, fakat, çünkü’ bağlaçlarıyla şiddeti beslemeye devam ediyor. Hatta bundan da öte toplumsal rolleri ve cinsel kimlikleri ön plana çıkararak, katı norm ve bakış açılarının kendilerini bir kez daha onaylamalarına, haklı çıkarmalarına vesile oluyor. Şiddetin karşısında kavramların ve söylemlerin üzerine düşünebilmeli ve bazı kavramları yıkıp yeniden inşa etmeliyiz.
Keskin yasa dışı norm ve dayatmalar da şiddetin nedenlerinden biri. Kendi içinde kurallaştırılmış öğretiler, yasaklar ‘ahlak’ çatısı altında şiddeti kabul edilebilir bir kılıfa sokmaya çalışıyor. Bu keskin, katı kültürler ne yazık ki fark edilmeksizin, zamanla şiddet kültürüne dönüşüyor. Dedikodunun bile bir şiddet biçimi olduğundan bihaber ‘ben sadece fikrimi söylüyorum, aklın yolu birdir, doğru olan budur’ söylemlerinin ne denli yıkıcı olduğunu, kalıplaşmış fikirlerimizin ve zihniyetlerimizin birer yansıması olduğunu kabul edemiyoruz. Böylece toplumsal şiddet kendini her durumda, benzer ya da farklı şekillerde üretmeye devam ediyor.
Toplumun en küçük parçası olarak nitelendirilen ‘aile’ içinde de şiddet söz konusu. Aile bireylerinin birbirinden farklı düşünmesi, farklı beklentiler içinde olması, farklı davranması bile çoğu zaman fiziksel ve sözel şiddeti beraberinde getirmektedir. Aile bireylerinin kendi kurallarına ya da toplumsal normlara uygun davranışlar sergileme beklentisiyle uyguladığı şiddet belki de hiç kapanmayacak yaralar açıyor.
Tüm bunlarla birlikte toplumda, dilde, dinde, ailede, eğitimde yaşanan ötekileştirme sorununu da unutmamak gerekir. ‘Ötekileştirilen’ her birey her kesim şiddete maruz kalıyor. Çeşitli tanımlar, olmazlar, sınırlar, öğretiler ötekileştirerek şiddeti kılavuz gösteriyor. Ötekileştirme bizi birbirimizden ayıran, birbirimize ve kendimize yabancılaştıran, çeşitliliğin önünü kapatan, önyargı duvarları örmemize neden olan bir şiddet biçimidir.
Bireyi ve bireyler bütününü temsil eden toplumun ‘sahip olmak’ değil ‘olmak’ üzerine yapılanması gerekmektedir. ‘Olmak’ ve ‘sahip olmak’ arasındaki ayrımı anlamayan, farkındalık kazanmayan her birey ya da topluluk şiddeti kendince kılıflarla haklı kılmaya çalışmaktadır. Ne çocuklar ne kadınlar ne de bir başkası üzerine sahip olmak gibi bir hakkımız yok. Şiddet sadece bireysel bir sorun değildir. Şiddet toplumun, politikanın, dayatmaların, söylemlerin sonucudur.Şiddet sorununu sadece bir etki tepki meselesi gibi sonucuyla ele alırsak bu sorunların devam etmesi kaçınılmaz hale gelebilir. Şiddet her geçen gün artarken yeniden, bu kez daha derinlemesine düşünmeye ihtiyacımız var, katı olan ne varsa yeniden inşa etmeye ihtiyacımız var.
Comments