Beyza ERTEM
Burns’ün bir yazar olarak topluma karşı hassas tavrı, bir kadın yazar olarak mevzubahis “kadın” olduğunda da kendini gösteriyor. Sağlam ve istikrarlı bir duruş sergilediği aşikâr. Zira kitapta kadına uygulanan “psikolojik şiddet” kurgunun orta yerinde durmakta.
Anna Burns’ün büyük yankı uyandıran kitabı “Sütçü”, Duygu Akın’ın çevirisiyle İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Yazarına, edebiyat dünyasının en prestijli ödüllerinden biri olan Man Booker Ödülü’nün yanı sıra Orwell Politik Kurgu Ödülü ve Ulusal Kitap Eleştirmenleri Ödülü’nü de kazandırmış olan kitap, Türk okuruyla buluştu. İthaki Modern serisi kapsamında yayımlanan “Sütçü”, okurunu, Soğuk Savaş sonrası Britanya’ya götürüyor ve genç bir kadının hayatına konuk ediyor.
Kuzey İrlandalı yazar Anna Burns, kendi hayatında yer alan iç çatışmaların da etkisiyle içinde bulunduğu coğrafyanın problemlerine eğilen bir yazar. Belfast doğumlu ve işçi sınıfı bir aileye mensup. Londra’ya yerleşene dek hayatı Katolik bir bölgede geçiyor. Yazar, İrlanda ve İngiltere arasındaki gerilimi, Soğuk Savaş yıllarını bizzat tecrübe etmiş, hatta ilk romanında, tıpkı kendisi gibi Belfast’ta büyüyen bir kızın hikâyesini anlatmıştır. “Sütçü”nün kurgusu da diğer metinlerine paralel bir şekilde ilerliyor. Kitabın hikâyesinin yer aldığı bültenlerde, ortak bir şekilde yazarın uzun bir süre “şiddetli bel ağrıları çektiği” vurgulanıyor. Burns, bu ağrıların üzerine gitmiş. Ödül kazandıktan sonra ise, kazandığı parayla kendisine gerekli tedaviyi sağlamış.
“Sütçü”nün ödül aldığı platformlarda yer alan yorumlara baktığımızda, kitabın “zor okunan” bir kitap olduğuna dair ifadelerin yanı sıra özellikle Burns’ün üslubu üzerine yapılmış olumlu yorumlara rastlıyoruz. Bu hususta, Türkçe çevirinin de başarısını belirtmek gerek. Diğer yandan, kitabın ana izleğini meydana getiren unsurların ayrımcılık, cinsiyetçi tavır, taciz, terör, çatışma, politik meselelerde bir tarafa mensup olmanın insan hayatındaki yaptırımları gibi meseleler olduğunu söyleyebilirim. Bu meseleler, içinde bulunduğumuz çağın temel problemleri olmaya devam eden, belirli aralıklarla gündeme gelen, tartışılan meseleler. Burns’ün bir yazar olarak topluma karşı hassas tavrı, bir kadın yazar olarak mevzubahis “kadın” olduğunda da kendini gösteriyor. Sağlam ve istikrarlı bir duruş sergilediği aşikâr. Zira kitapta kadına uygulanan “psikolojik şiddet” kurgunun orta yerinde durmakta.
Kitap, 1970’li yılların Britanya’sında yaşayan genç bir kadının izlenimlerinden oluşuyor. Üç kız kardeşten ortanca olan bu genç kadın, anlatıcı konumunda yer alıyor. Bahsettiğim psikolojik şiddete maruz kalan da o. Kitaba ismini veren sütçü, esrarengiz ve korku veren bir kişilik. Aslında kimse onun hakkında yeterli bilgiye sahip değil. Belki de ona karşı korku duyulmasının sebeplerinden biri, “gerçekte” kim olduğunun bilinmemesi. Hakkında iddia edilen, onun bir “paramiliter” olduğu. Okurun sütçüyle tanışması ise henüz kitabın ilk cümlesiyle gerçekleşiyor. Bu cümle, aynı zamanda oldukça vurucu bir ilk cümle: “Bilmemkim McBilmemkim’in göğsüme silah dayayıp bana kedi dediği ve beni ölümle tehdit ettiği gün, sütçünün de öldüğü gündü.” (s. 7)
Kitabın baş kahramanı genç kadının yolu bir gün sütçüyle kesişiyor ve her şey böyle başlıyor. Yürürken kitap okumayı çok sevdiği vurgulanan genç kadın, yine yürüyerek kitap okuduğu sırada, bir araba durarak onu evine bırakmayı teklif ediyor. Genç kadın bu teklifi reddetmesine rağmen, dedikodular peşini bırakmıyor. Bir süre sonra, sütçüyle bir ilişkisi olduğu söylentisi dilden dile yayılıyor. Burada dikkati çeken husus, insanların yaptığı yorumlar. Genç bir kadının, hiçbir şeyden emin olunmadan karalanması ve hakiki bir malumata sahip olunmadan bu “ilişki” hakkında söylenenlerin hep genç kadına yönelik olması... Burns, çağımızın kanayan yarasına temas etmiş.
“Gıyabımdaysa bolca konuşulurdu çünkü bu kişiler tarafından ya da büyük ihtimal birinci kayınbiraderim tarafından çıkarılan söylentiye göre sütçüyle ilişkim vardı ve ben on sekiz yaşındaydım, o ise kırk bir. Adamın yaşını bilmemin nedeni vurulmasıyla birlikte haberin basına düşmesi değil, dedikoducular arasında daha evvelden, vurulma olayının aylar öncesinden beri süren konuşmalardı, kırk bir ve on sekizi iğrenç buluyorlardı, yirmi üç yaş fark iğrençti, adam evliydi, benim tarafımdan kandırılmaya gelmemeliydi, ne de olsa sessiz sakin ve silik görünüp saman altından su yürüten çok insan vardı.” (s. 7)
Evet, yazar çağımızın kanayan yarasına temas etmiş, onu somutlaştırmış: Dil, din, ırk, coğrafya, zaman veya mekân fark etmeksizin kadına uygulanan şiddet. Alıntıladığım cümlelerde üzerinde durulması gereken birçok ayrıntı yer almakta. Hepsinden evvel “büyük ihtimal birinci kayınbiraderim tarafından çıkarılan söylenti”ye ayrı bir parantez açmak gerek. Kadının, ailesi tarafından, en yakınları tarafından, hatta bazen en çok güvendiği insan tarafından “vurulması”, ne yazık ki artık “olağan” bir durum hâline geldi. Genç kadının sütçünün yaşını haberlerden evvel dedikoduculardan öğrenmesi, var olmasa dahi olması muhtemel bir ilişki için kullanılan “iğrenç” kelimesi, bir kadın ve bir erkek arasında yaşananların onlardan çok çevredekileri ilgilendirmesi, ayrıca dikkate değer. Son cümlede görüldüğü gibi, her türlü olumsuz yorumun dönüp dolaşıp “kadın”ı bulması ise üzerine sayfalarca yazılması gereken bambaşka bir mesele...
Sütçü, genç kadının hayatına şimşek hızıyla girer. Onun hakkında pek çok şey bildiği zamanla ortaya çıkar. Hatta genç kadının “belki-erkek arkadaş” dediği genç için endişelenmesine sebep olacak söylemleri bulunur. Genç kadının “belki-erkek arkadaşı” ile birlikteyken rahat edememesi, sütçünün hayatına onu takip eden bir gölge gibi müdahil olması, psikolojik şiddetin boyutlarını gözler önüne seriyor: “Ancak son zamanlarda belki-erkek arkadaşla şehir merkezindeki bar ve kulüplerdeyken kendimi sütçünün de bizimle olabileceği kaygısıyla etrafa bakınırken buluyordum. Bizi izliyor, bizi gözlüyor, gizlice fotoğrafımızı çekiyor olabileceğini düşünüyordum.” (s. 176)
Paranoyanın hâkim olduğu bir düzenin içindedir genç kadın, fakat güçlüdür de. Boyun eğmez. İçinde yaşadığı toplum, iki kutba ayrılmıştır: Retçiler ve savunucular. Öyle bir atmosfer düşünün ki kimin hakikatte kim olduğundan emin olamıyorsunuz. Kimin hangi tarafın savunucusu olduğu, kimin hangi suçu işlediği belli değil. Anna Burns, kadının erkekle kıyaslandığında bir şey etmediği bir düzenden bahsederken aynı zamanda “her şeyin” politik olduğu atmosferi de yansıtıyor okuruna. Bunu yaparken esprili yer yer gülünç ifadelerle örülü bir dil kullanıyor.
“Öyle olsa, söyledikleriyle romantik ve duygusal anlamda aklımı başımdan almış bile olsa sonuçta o her zamanki gibi James Bond tarzı yalanlar söyleyen Bilmemkim McBilmemkim’di. Evet, retçi bağlantıları vardı. Babası, en büyük ablası ve en büyük abisi – ölümlerine dek– retçiydi. Ama devlet karşıtlığının, paramiliterliğin sadık bir kalesinde, dava yolunda kendi eylemlerinle ilerlemiyorsan babanın yaptığı, ablanın yaptığı, abinin yaptığıyla itibar elde edemezdin; en azından sonsuza dek.” (s. 141)
“Sütçü”, farklı odaklarda ele alınmaya açık bir eser. Feminist eleştiri ve sosyolojik eleştiri bunların başında geliyor. Anna Burns, bu kitabını, kişisel deneyimleriyle içinde bulunduğumuz çağda hâlâ gündemde olan başat meseleleri harmanlayarak inşa etmiş. Man Booker Ödülü Jürisi’nin kitabın dili üzerinde dururken kullandığı “bizi kendi dünyasının gündelik dehşetine çekiyor” ifadesi, tam da bu “meselelere” ve onların “dehşetli” doğasına tekabül ediyor. Yazarın yarattığı kaos ortamında her şeye rağmen ayakta duran genç kadın ise, baskıya ve düzene, tarafgir tutuma karşı sergilediği tavırla kelimenin tam anlamıyla bir “modern kahraman.” Onun “duruşu”, okura kendisini sorgulatacak nitelikte.
Sütçü
Anna Burns
Çev. Duygu Akın
İthaki Yayınları
360 s.
40 TL
Comments