top of page

Tuğba Doğan: İnsan kendi üzerine düşünmelidir.


Metin YETKİN


Tuğba Doğan: İnsan kendi üzerine düşünmelidir. Eylemlerinin, seçimlerinin, hayatı boyunca tekrar ettiğini gördüğü bazı örüntülerin neden öyle olduğu üzerine. Kendini suçüstü yakaladığı anların üzerine gitme cesareti göstererek ve sorgulayarak.


Tuğba Doğan, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde sosyoloji okudu, ardından Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden “‘Kaybetmenin Anlatısı: Mai ve Siyah, Huzur ve Tutunamayanlar” teziyle mezun oldu. İlk romanı Musa’nın Uykusu’yla 2015 Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü’nde mansiyon aldı. “Nefaset Lokantası”, yazarın ikinci kitabı. Hayatında hakikiliği amaç edinen Salih karakteriyle günümüz bireyinin varoluş sancısına ışık tutan kitap hakkında Tuğba Doğan ile konuştuk.


Kitapta Salih karakteri “hayli zamandır gitmek isteyenlerin topraksız, marşsız ve bayraksız, soyut vatanının bir yurttaşı” olarak tanımlanıyor. Bunu bize açıklayabilir misiniz, nasıl bir karakterdir Salih?


Romanın başında Salih’in çalıştığı gazeteden kovulduktan bir süre sonra Brezilya’ya yerleşme kararı aldığını ve gitmek üzere olduğunu öğreniyoruz. Bir şekilde dışlandığını düşündüğü için gitmek istiyor, daha doğrusu başlangıçta durumunu kendine de etrafındakilere de böyle açıklıyor. Salih yaşantısının içinde bir hakikilik arıyor devamlı olarak. Gazeteden kovulmasına, yazdığı “Muteberler ve Vasatiler” başlıklı bir yazı sebep oluyor ve bu yazıda bahsettiği karakterin ve onun değerlerinin kabul gördüğü bir toplumda, aradığını bulamayacağına emin olduğunda, “başka bir yerde denersem daha iyi olur mu?” gibi bir inanca tutunmak istiyor. Yani aynı dili konuşmamak, aynı kültüre doğmamış olmak gibi somut verili sebepler nedeniyle istese de daha az beklenti içinde olmak zorunda kalacağı bir yerde yeniden başlamayı denerse, böyle ilişkilerle donatırsa etrafını, işe yarayıp yaramayacağını görmek istiyor.

Yine de bir şeyleri yapmaktaki gerçek nedenlerimizle kendimize söylediğimiz nedenler arasında daima bir fark var. Salih de yola çıkışını mecburen erteleyen olaylardan sonra gitme arzusunun temeline doğru bir yolculuğa çıkmak durumunda kalıyor. Bu açıdan romanın son bölümünde Salih’e seyahat acentasına girip Rio bileti aldıran olayı, Salih’in kendine karşı kendi hakikilik iddiasının boşa düşme anı olarak düşünmek mümkün.


Salih’in atılmışlık hissi bizi başta Heidegger olmak üzere varoluşu sorgulayan filozoflara götürüyor. Salih’i tanımlamak gerekirse hangi filozofları zikretmek gerekir?


Romanda bir yerde Metin “Lanet olsun bütün varoluşçu metinlere, beni zehirleyen bütün filozoflara. Beni en çok onlar mahvetti” diyordu. Metin’le Salih üniversitenin ilk haftasında kitap kulübünde tanıştıklarına göre, o kitapları beraberce okumuş ve yıllar içinde kendi aralarında da tartışmış olmalılar. O halde evet Salih için de varoluşçuluk önemli olmuş olmalı. Fakat yıllar içinde fikirleri ya da bakış açısı değişmiş olabilir. Öyle değilse bile başına gelen ve romanı okumamızı mümkün kılan olayların sonunda kafası muhtemelen karışmıştır. Salih’in sondaki durumunu havaya fırlatılmış taş hikayesi üzerinden düşünebiliriz. Spinoza “havaya fırlatılmış taş konuşabilseydi mutlaka kendi arzusuyla yola çıktığını söylerdi.” demişti. O halde Salih’in finaldeki durumunu bu taşa ama taşın kendi özgür iradesiyle uçmadığını, havaya fırlatılmış olduğunu gördüğü/anladığı anki haline benzetebiliriz. Roman bunu tartışmak istiyor.


Salih’in “vasat” olmasını engelleyen etmenler nelerdir? Bir insan “vasatlıktan” nasıl kurtulur ve bunun ona kattıkları neler olacaktır?


Salih’in vasatlık derken kast ettiği ve eleştirdiği şey bir tür “sıradan insan” olma hali değil. Sıradan olmamalıyım, mutlaka çok çılgınca bir şeyler yapıp herkese benzemekten kurtulmalı, farklı ve öngörülemez olmalıyım arzusu da değil. Şevket karakterinde cisimleştirip müthiş rahatsızlık duyduğu şey insana içine girdiği her toplulukta, her tür iktidarla barışık olmasını sağlayan bir tür görünmezlik ve bu yüzden de bir tür rahatlık veren bir kimsenin tavuğuna kışt dememe tavrı ve tutumu. Bunu sahtelikle eşdeğer görüyor. Elbette bu sahtelik-sahicilik tartışması çetrefilli bir tartışma. Zira romanın sonuna doğru kendi sahicilik iddiası da tartışmalı hale geliyor.

İnsan kendi üzerine düşünmelidir. Eylemlerinin, seçimlerinin, hayatı boyunca tekrar ettiğini gördüğü bazı örüntülerin neden öyle olduğu üzerine. Kendini suçüstü yakaladığı anların üzerine gitme cesareti göstererek ve sorgulayarak. Soruyu “neden kendimi daima bu yaşantıların içinde buluveriyorum?” diye sormak. Bir soruyu sorma biçimimiz her şeyi değiştirebilir.


Romanda bizim toplumumuza ait birçok unsur yer alıyor. “Bizden” diye tabir edebileceğimiz bir kitap. Bu bağı nasıl oluşturdunuz?


Benim için bu bağ, romanı çalışırken kaçınılmaz olarak oluşuyor. Bireyi, tarihi, zamanı, temelde hayatı okuma tarzımı şekillendiren temel şey bir tür sosyolojik bakma eğilimi. Fakat bu aynı bakış açısı, Bireyi sadece kendi toplumumuzda yaşayanlar, toplumu da sadece içinde yaşadığımız toplum olarak görmenin yeterli olmaması anlamına da geliyor.


Umberto Eco, “Mutlu insanın hikâyesi olmaz.” der. Buna katılıyor musunuz?


Bu söz bana Anna Karenina’nın ilk cümlesini hatırlattı, “Mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” Mutlu bir aile tablosunu hoş bulup biraz bakar, tebessüm edip başınızı çevirirsiniz ama mutsuz bir tablo sizi düşündürür, sorular sordurur, derinlemesine bakışınızı talep eder. Bir hikâyeyi mümkün kılan şey çatışmadır. Çatışma yoksa anlatılacak bir şey de yoktur.

Mutluluktan ne anladığımızı da iyice düşünmek gerek. Mutluluk mutlak ve süreğen bir şey değildir, gelir ve gider, yine gelip yine gidebilir. Ben mutluluktan çok neşeyle ilgileniyorum.


Türk yazınının günümüzdeki durumunu değerlendirir misiniz?


Bir yazar onunla aynı dile doğduğum ve yaşadığım için bana kendimi şanslı hissettirdiğinde o yazarla aramda tutkulu bir ilişki doğuyor. Bu türden bir coşkuyla okuduğum yazarlar var, çoğu hayatta olmasa da. Türk yazınının günümüzdeki durumunu topyekûn değerlendirmek gibi iddialı bir işe girişmeden yakın zamanda beni en çok heyecanlandıran edebiyat olayının Nurdan Gürbilek’in yeni kitabı İkinci Hayat’ın yayımlanması olduğunu söyleyebilirim.











Son olarak, kişisel hesabımdan küçük bir anket yaparak insanlara romanı nasıl bulduklarını sordum ve gelen yanıtlar arasından seçtiğim bir yorumu da eklemek istedim:

Selen DÜZGÜN | instagram.com/selenduzgun


Nefaset Lokantası’nın ana karakteri Salih, günümüzün sorgulayan bireylerinin kendi ile bir veya birçok ortak soru bulacağı biri. Salih’in içe dönük serüveni insanda kitabı kapatıp kendine doğru bir yolculuk yapma ihtiyacı doğuruyor. Okurken insana yaşadığı birçok farklı hissi tekrar tekrar anımsatıyor. Romanda aralara serpiştirilmiş şiirsel ifadeler ve soyut betimlemeler ise insanda kitabı tekrar okuma isteği uyandırıyor:


“Geçmiş, içinde renklerin, kokuların, bazı eşyaların bulunduğu, koridorların ve geçitlerin onları hatırladığın yerde sabitlendiği, istediğin zaman ziyaret edebileceğin bir müze değildir. O seninle birlikte yürüyen, girdiğin her kapıya, gördüğün her yeni yere şekil veren, kendini sürdüren, canlı bir şeydir. Salih unuttun mu evde mutluluk yoktur, dışarı çık.”

Comments


bottom of page