top of page

Yiğit Bener: Oysa edebiyat, yaşınız kaç olursa olsun gençlerin işidir.



Beyza ERTEM



Oysa edebiyat, yaşınız kaç olursa olsun gençlerin işidir. Gençliğin hevesini, heyecanını, merakını, kuşkusunu, sorgulamasını, isyanını yitirdiğiniz an zaten edebiyata can veren özsuyu da yitirmiş oluyorsunuz, sözcükleriniz buruşur, cümleleriniz yamuklaşır, diliniz kuruyarak kaskatı kesilir, çoktan dolup taşmış olan yeri doldurulamayan edebiyatçılar mezarlığındaki yerinizi alırsınız, yerinize yenisi gelince de unutulursunuz.


Dünya Çeviri Ödülü almış bir çevirmen olarak günümüz çeviri edebiyatı hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Ödül almış biri olarak değil de (çok eskide kaldı) çevirmenlere ödül dağıtan İKSV Talat Sait Halman Çeviri Ödülü Seçici Kurul’unda başından beri görev yaptığım için son beş yılda yayımlanan hemen tüm çeviri metinlere göz atma fırsatım oldu.

İçlerinde “çeviri” olarak anılmayı hak etmeyecek düzeyde kötü metinler vardı kuşkusuz; editörleri de ya hiç okumamış (yani işlerini yapmamışlar) ya da onlar da pek yetkin değilmiş anlaşılan.

Öte yandan, her dilde mükemmel düzeyde edebi metinler, çok yetkin çevirmenlerin elinden çıktığı belli eserler de vardı.

Keşke çok daha az sayıda çeviri kitap basılsa ve yayınevleri sadece iyi çevirmenlerle çalışsalar, sadece nitelikli çeviriler yayınlasalar; böylece okurlar da “kötü çeviri” okumak ve buna “alışmak” zorunda kalmasalar...

Aklıselim gereği olan bu yol seçilse, belki kimi yayınevi patronları daha az kâr edecekler, ancak hem nitelikli çevirmenlerin ve yetkin editörlerin gelir düzeyi emeklerini birazcık daha karşılayabilecek (en azından değerleri daha çok bilinecek), üstelik ülkenin toptan edebiyat kalitesi bu işten kazançlı çıkacak.

Eğer sanat/edebiyat “ruhun gıdası”ysa, o zaman ucuza mal edilmiş kötü çeviriyle niteliklisinin arasındaki farkı, abur cubur “fast food” yemekle sağlıklı beslenme arasındaki fark gibi düşünebiliriz: İster çeviri ister telif olsun, kötü kitap iyi kitabı kovar…

Kısa bir zaman önce Albert Camus’nün “Vebayla Boğuşan Hekimlere Tavsiyeler” adlı kısa metnini Türkçeye kazandırdınız. Dünya olarak zor günlerden geçiyoruz. Veba ile birlikte okunduğunda, bu metnin bize söylediklerini nasıl değerlendirirsiniz?

Bu konuda Fransız Kültür’ün Salon Edebiyat toplantısında yaptığım konuşmanın geniş bir özeti Artı Gerçek’te yayınlanacak (https://artigercek.com/yazarlar/yigit-bener). Burada çok kısa bir özet olarak şu kadarını söyleyebilirim: Bence Vebayla Boğuşan Hekimlere Tavsiyeler’in (https://artigercek.com/haberler/albert-camus-vebayla-bogusan-hekimlere-tavsiyeler) kilit cümlesi, “Size bir felsefe lazım”. Yani Camus, hastalıkla, salgınla, toplumsal afetlerle (örneğin faşizmle) mücadelede ilaçların, aşıların, silahların yetmediğini, bu araçları belli bir bakış açısıyla kullanmak gerektiğini söylüyor.

Veba’yı bu gözle okuyunca izini kolayca sürebileceğimiz söz konusu felsefeyi belki şöyle özetleyebiliriz: “İstesen de ‘bana ne’ diyemezsin/isyan edeceksin/ korkmayacaksın/insanların ölmesine razı olmayacaksın/gerekirse tanrıya bile karşı geleceksin/insanlık onuruna sahip çıkarak yılmadan mücadele edeceksin çünkü başka çaren yok/ama kendini de kahraman sanmayacaksın…”


Albert Camus felsefe ve edebiyatın kesiştiği bir noktada duruyor. Bugün “felsefî metin” yahut “edebî felsefe” şeklinde adlandırmalar var. Böyle sınırlamalar yapmak sizce ne kadar doğru?

Ben edebiyattaki bu tür tüm ayrıştırmaları yapay ve ticari buluyorum. Felsefesi olmayan bir edebiyat, edebiyat sayılabilir mi?

Felsefi -hatta siyasi- bir içeriği olmakla birlikte, edebi bir kurgusu olan, edebi bir dille, kaygıyla kaleme alınmış Camus’nün Veba’sı edebiyattır. Buna karşılık, edebi düzeyde bir dile ve anlatıma sahip olan yine aynı Camus’nün Sizisfos’un Güncesi adlı kitabı felsefi bir denemedir, çünkü gerek başka düşünürlerin metinlerinin tartışılmasına gerekse de örneğin Dostoyevski gibi başka yazarların edebi eserlerinin belli bir felsefi yaklaşımın ışığında eleştirisine odaklanmıştır.

Öte yandan, yazarın bu denemesinde ele aldığı saçmalık (absurde) felsefesinin asıl kapsamı, farklı üç edebi metinle (iki oyun -Caligula ve Yanlışlık- ve bir roman, Yabancı) bir arada değerlendirildiğinde ortaya çıkar. Başka bir deyişle edebi metinle felsefi metin elbette farklıdır, ancak aralarında bir Çin Seddi yoktur.

Bunun ötesinde, bir edebiyat metninin hangi “alt” kategoriye konulup konulmayacağı, bir yazar ve okur olarak beni zerre kadar ilgilendirmez.

Bir metin, konusundan, düşünsel ya da duygusal içeriğinden tamamen bağımsız olarak; olay örgüsünün hangi tarihte ve hangi gerçek, hayali ya da geçmiş göçmüş ülkede geçtiğine aldırmaksızın; anlatıcının ya da ana karakterlerinin kurmaca kişilerden mi yoksa yazarın özgeçmişinden hatta anneannesinin (belki de halasının?) yaşamından mı esinlendiğine, kadın mı erkek mi, çocuk mu yaşlı mı yoksa uzaylı mı ya da cansız nesne mi olduğuna, cinsel yöneliminin heteronormatif mi LGBTİ mi olduğuna, etnik kökeninin hangi mazlum azınlıktan ya da azgın çoğunluktan, hatta baskın azınlığın enikonu çaresiz azınlığından olduğuna bakılmaksızın; yazarın dini inançlarının mezhepsel nüanslarını ya da siyasi eğilimlerinin inançla mı katılaştığını ve bu inancının siyaseten doğru olup olmadığını ya da belki hiçbir şeye inanamaz hale neden geldiğini, dahası sanatsal zevklerinin naftalin mi koktuğunu yoksa yeter ki yeni olsun mantığına yenik mi düştüğünü fazla dert etmeden; üstelik metin uzun mu kısa mı, şiir mi düzyazı mı yoksa okurla oyun oynayan karma ve kalıplara sığmayan bir tuhaflıkta mı demeden, ya edebiyattır ya da değildir.

Edebi metinleri bunun ötesinde şu ya da bu yönüne bakarak ayrıştırmak, kategorilere sokmak, yazarın ve okurun değil, o kitabı hangi koleksiyonuna koyarak pazarlayacağını hesaplamakta olan yayınevinin satış departmanının ya da onu hangi rafında sergileyeceğine kafa yoran kitapçının derdidir.

Bu tasnif meselesine bazı akademisyenler de gereğinden fazla önem veriyorlar, oysa edebiyat eserini tahnitleyerek tozlu raflardaki kutucuklara hapsedemezsiniz. Hiçbir gerçek edebiyat eseri tek bir çekmeceye sığmaz. Koyduğunuz yerde durmaz, oradan oraya atlar, bir de döner size dil çıkarır, hatta eğer edepsizse fazlasını bile yapar!

Bana sorarsanız, keşke kimse bu “tanımlama, etiketleme, ambalajlama, belli bir kategoriye hapsetme” işleriyle bizleri yormasa derim: Keşke dar anlamda şekilsel meselelere boğulmasak da, sadece metinlerin düşünsel içerikleri, kurguları, edebi biçemleri ve dilleri gibi asıl anlamlı konulara kafa yorsak…

Piyasaya sunulurken başvurulan pazarlama tekniklerinin bulandığı ekşimiş edebi sosa ve iddiaya rağmen felsefi içeriği olmadığı gibi edebi derinliği de olmayan, dar anlamda ticari zihniyetle kaleme alınmış pazar malları, sıradan metalar var ki, işte onları elbette müşteri kitlesine göre tasnif edip etiketlemek ve alt kategorilere ayırmak şart: Kapağın rengi ne olursa kim daha çok satın alır; başlık olarak ne seçilirse kimlerin içi gıcıklanır ve hemen gidip ediniverirler; hangi cazgırlıkla ve hangi kanaldan tanıtılırsa trendy olur; bakkalda mı satılırsa yüz bin sınırını aşar yoksa sex shop’ta mı; iki alana bir mi bedava vermeli yoksa külliyat mı yarı fiyatına kakalanmalı… Bunlar da mutlaka pek ehemmiyetli konular elbette, ama edebiyat fakültelerinde değil, ticaret okullarında ele alınmalarında yarar var!

Albert Camus çevirisi yaparken yazar hakkındaki fikirlerinizde bir değişiklik oldu mu?

Ben Camus’nün sadece tek ve kısacık bir metnini çevirdim, dolayısıyla kendimi gerçek anlamda Camus çevirmeni sayamam. Bu, onun asıl kapsamlı metinlerini çevirmeye emek vermiş olan meslektaşlarıma saygısızlık olurdu.

Şunu söyleyebilirim ancak: Kısa bir metnini çevirirken dahi -hele bu işten zevk almışsanız- o yazarın düşünce dünyasıyla, biçemiyle, özellikle de diliyle salt okur olarak kurabileceğinizden çok farklı bir ünsiyet geliştirmeye başlıyorsunuz. Çok eskiden okuduğum ya da henüz okumadığım metinlerini bu ünsiyet penceresinden bakarak ele alma arzusunu duydum.

Günümüz edebiyatında anti-romanlar ön planda, sizin de bu türde bir eseriniz var. Edebiyatın ve özellikle roman türünün bu seyri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Post modern sürecin bu durumla bir ilgisi var mı?

Eğer bugün piyasada roman etiketiyle pazarlananlar “roman”sa, o zaman klasik edebiyatın tüm romanları aslında birer “anti-roman”dır.

Bugün “roman şöyle olmaz böyle olur, romanda şu olmaz bu olur, roman karakterinin özelliği şu ya da bu olmalıdır” diye ahkam kesenler dönsünler “klasikleri” -örneğin Sefiller’i, Don Kişot’u, Karamazov Kardeşler’i ya da Gecenin Sonuna Yolculuk’u- bu gözle bir daha okusunlar, acaba hangisi onların bu dar ve gülünç kalıplarına sığıyor!

“Post modern” meselesine gelince, bu akım önceki dönemin sanat-edebiyat biçemlerine meşru bir başkaldırıydı, aynı zamanda sanatın/edebiyatın salt “siyasi mesaj verme” amacıyla araçsallaştırılmalarına haklı bir tepkiydi. Bu konu, sanat ve edebiyat içi bir tartışmadır. Gelgelelim, bunu fırsat bilen piyasa mantığı, bu başlığı paravan olarak istismar ederek, kendisinin tek derdi olan kâr amacına alet etmeye kalkıştı, bu öğeleri kendi söylemine de kattı. Korkarım bu da kafaları karıştırdı. Dolayısıyla bence öncelikle post modern estetikle, reklam filmlerine özgü o sahte gülücüklü pazarlama karnavalını ayrıştırmak gerek.

Sonuçta kapitalizm, yani meta üretimi, her alanı ele geçirmeye çalıştığı gibi sanat ve edebiyatı da ele geçirmeye, buradan da kendine kâr devşirmeye çalışıyor… Ve el attığı her alanı dönüştürerek yozlaştırdığı gibi edebiyatı, sanatı da soysuzlaştırıyor, içini boşaltıyor.

Bugün tanık olduğumuz mücadelenin, geçmişteki “ekol tartışmaları” ile ya da “sanatta edebiyatta yeni biçim ve biçem arayışları” bağlamında “yeniyle eskinin çatışması” ile hiç alakası yok. Bugünün meselesi, sanatla edebiyatın var oluş mücadelesidir, kapitalist metalaşmaya direnme çabasıdır.

Pazarlama mantığı romanı ele geçirip kâr amaçlı ve içi boş bir “ürüne” dönüştürünce, karşısına edebiyatın “anti-roman”ı dikildi. Yarın piyasa anti-romanı da ele geçirip “çok satmanın” kof bir tanıtım aracına dönüştürdüğünde, o zaman da karşısına edebiyatın yeni bir “manti-romanı” ya da “nah-sana-roman”ı dikilir.

Bu mücadele eşit güçlerin mücadelesi değil kuşkusuz. Bir tarafta orantısız sermaye gücü var, karşısında ise orantısız zekâ ve yetenek var…

Aynı zamanda, çocuk edebiyatı yazarısınız. Çocuk edebiyatını Türk edebiyatı içinde nasıl değerlendirirsiniz?

Açıkçası bütününü anlamlı bir şekilde değerlendirebilecek düzeyde takip ettiğimi iddia edemem. Dolayısıyla sorunuza layıkıyla cevap veremeyeceğim.

Şu kadarını söyleyeyim, ben aslında kafamda çok keskin bir ayırım gözetmiyorum. Çocuk kitaplarım da yapıtımın bir parçası. Çocuklar için yazılmış kitapları yetişkinlerin de pekâlâ okuyabiliyor olması gerektiğini düşünürüm hep… Örneğin küçük prens gerçekten “sadece” çocuk kitabı mıdır? Enis Batur’un çocuklara kesinlikle hitap etmeyen “küçük prens” çeşitlemelerine ne demeli o zaman?

Tabii çocuklar için yazmanın apayrı bir keyfi var, hele sonrasında onlarla buluşup kitap hakkında sohbet etmek çok farklı bir mutluluk…

“Bir kitap okudum ve hayatım değişti” diyebileceğiniz bir isim var mı?

Kolay mı öyle bir kitapla hayat değiştirmek! Hele “kutsal kitapların” bile birbiriyle çelişen ve savaşacak derece çatışan onca farklı yorumu varken…

Ülkemizde sosyal bilimlerle ilgili meslekler seçmek, bugün oldukça riskli. Gün geçtikçe daha da büyük bir problem hâline gelmekte. Bir yazar ve çevirmen olarak edebiyatla gönül bağı kurmuş, bu yolda ilerlemeye çabalayan gençlere “ilk adımları” açısından ne tavsiye etmek istersiniz?

Ülkemizde nefes almak bile ne yazık ki bayağı riskli hale geldi. Ya soluduğunuz hava yeterince yerli ve milli değilse ve ithal bir virüs bulaşmışsa? Milletimizin manevi değerlerinin steril yapısını bozar ve bölünmez bütünlüğünü Diyarbakır karpuzu gibi ortadan yarıverirse? Sünnet ehli olmadığı gibi, ehil ellerden de feyiz almamışsa? Memleketin bekasının “bekasetini” bozuyorsa? E ne yapacağız o zaman? Nefes almaktan da mı vazgeçeceğiz? Ölürüz yahu!

Aslında bugün bütün dünyayı tekil ve sağı solu belli olmayan muktedirler yönetiyor ve onların palyaçoluğunu yapanlar bile, söz konusu muktedir onlara haber vermeden fikir değiştirdiğinde zor durumda kalabiliyorlar. Dolayısıyla bugün bence en riskli işlerin başında iktidar borazanlığı ve yalakalığı geliyor, hiç tavsiye etmem!

Piyasa edebiyatı da çok çok riskli bir yatırım alanıdır. Doğası gereği çabuk tüketilir ve yerine yenisi, daha yenisi, en bilmem nesi ve hepsinden daha gıllıgışlısı gelir, tüm birikiminizi bir gecede yitiriverir, iflas edersiniz. Dolayısıyla onu da hiç tavsiye etmem, hiç. Yazık olmaz mı emeğinize?

Gelgelelim lütfen yanlış anlaşılmasın, edebiyata gerçekten gönül veren gençlere üst perdeden öğüt veren dedelerden biri de ben olmak istemem doğrusu. Halden anlarım: Bizleri de hep sonu gelmeyen ürkütücü öğütlerle, caydırıcı nasihatlerle ve de yetişkinlere masallara büyüttüler de ne oldu?

Oysa edebiyat, yaşınız kaç olursa olsun gençlerin işidir. Gençliğin hevesini, heyecanını, merakını, kuşkusunu, sorgulamasını, isyanını yitirdiğiniz an zaten edebiyata can veren özsuyu da yitirmiş oluyorsunuz, sözcükleriniz buruşur, cümleleriniz yamuklaşır, diliniz kuruyarak kaskatı kesilir, çoktan dolup taşmış olan yeri doldurulamayan edebiyatçılar mezarlığındaki yerinizi alırsınız, yerinize yenisi gelince de unutulursunuz.

İşte bu nedenle, ara sıra dönüp klasikleri okumakta yarar vardır derim. Örneğin demin sözünü ettiğimiz Vebayla Boğuşan Hekimlere Tavsiyeler’de ne demiş Camus üstat? “Size bir felsefe lazım! ‘Bana ne’ diyemezsin… İsyan edeceksin… Korkmayacaksın… Mücadele edeceksin… Ama bunları yaptın diye de kendini kahraman sanmayacaksın…”

bottom of page