Zenan ERDEM
Şahmaran Köyü’nde bir dere…Ve ancak çobanların kavalıyla dillenecek bir hikaye duruyor bu derenin dibinde. Nasıl da içim yanar kavalın suya anlattıklarını dinledikçe. Sesler geliyor belli belirsiz kelimeli, siz de dinleyin.
Hitit Kraliçesi Puduhepa savunmasını okuyor, Asurlulardan kalma bir saray yanıyor, yanık kokusu rüzgarın sesiyle çoğalıyor. Büyük İskender Hızır Yaylası’nda konaklıyor, ilk ceza yasasını uyguluyor bu çamursuz düzlükte dereye karşı. Romalıların çağırdığı Nikopolis’i duyuyorum, nefesim yarım kalıyor duydukça ve yanık bekçisi oluyorum dilini bilmediğim bu toprakların.
İnsanoğlunun ihanetine uğramış, başı insan, vücudu yılan, upuzun kuyruğu olan “Yılanların Şahı” efsanesi anlatılıyor suya, duyuyor musun? Korkma, dokun suya, kavalın sesine anlam ver, eşlik et!
İçerisine kendini katmadığın efsane, efsane değildir.
Ve bir çoban geldi,
dağ, taş, börtü böcek konuşmaya başladı.
Hangi dağların, ovaların kalplerini yoklayıp da gelmiştir bu derenin coşkun suyu bilinmez ama bu su, bir cuma gününün ertesinde, celladı kesilecektir Zeliha’nın.
25 haneli köyün Zeliha’sı delirmeden 7 yıl öncesinde, tam da 7 yaşında, otlamaya giden koyun sürüsünün peşine takılarak köyden çıkar. Akşam olur, çobanla birlikte sürü de döner köye ancak Zeliha’yı ne duyan olur ne de gören. Onu doğuranı alır bir merak.
Meşaleler ellerde köylüler güneş ışığına varana kadar dolanmışlar etrafta, çevre köylere bile haber etmişler, lakin bulamamışlar Zeliha’yı.
Şafağın söktüğü saatlerdi. Derenin kenarında, bir tutam yosuna sıkıca tutunmuş olarak buldular Zeliha’yı. Bildiklerini anlatabilecek kelimeleri yoktu. Dili döndüğünce anlatmaya çalıştı ama kimseler onu anlamadı. Sadece çok güzel “bir şey” gözlerinden çevreye yayılıyordu. Zeliha diğerleri gibi değildi artık. Güzel bir şey vardı gözlerinden sızan, teşhisi delilik oldu.
O gün, sımsıcak sesler vardı köyün etrafında, kuş değil, böcek değil, köpek değildi bu sesler. Her sene bu vakitler yılanların istilasına uğrardı Şahmaran Köyü. Çoğu öldürülür ya da çoğu ölürdü. Köy halkının diliyle bir tanesi vardı ki, sanki Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde bahsettiği boynuzlu ve ensesi tüylü olanıydı. Ne ölür ne öldürülürdü. Aradığı bir şey varmış gibi hiç olmadık yerlerde görünür ve aniden tüm heybetiyle kaybolurdu.
İşte bu yılanlı saatlerde zincirinden kurtulamayan, kurtulmak için çabalamaktan da vazgeçen Zeliha cam kenarındaki duran sedirin üzerinde bir düşe dalmıştı öğlen sıcağında. Tıpkı kalp gözüyle görülen düşler gibi, Zeliha’nın gözü de kalbi de, etrafını sarıp sarmalayan bu uzun düşün içinde kalakalmıştı. Belki üç, belki beş saat geçmişti ki aradan, Zeliha gözlerini açınca, kapı eşiğinde bir çift göz gördü. Simsiyah lakin etrafa yemyeşil bir ışık yayan bu gözlerle Zeliha, upuzun bir yolculuğa çıkacak olmanın heyecanını yaşamaya koyuldu.
Simasıyla insanı andıran bir yılan, tam da şimdi Zeliha’yı diliyle koklamaya çalışan!
“Gördüm” der Zeliha.
Kalbimle gördüm hem de
Hiç kapanmayan gözleriyle bana bakanı
Ağzını açmadan dışarıya çıkarmış diliyle beni koklayanı…
Kendi kuyruğunu yiyen yılanı…
Tanıdım ben.
“….toprağın altında başı insan, gövdeden ötesi yılan bir yaratık yaşarmış….”
Zelihaların evinde, Sultan Teyzenin dilinde buna benzer bir hikaye vardır akşam saatlerinde. “Karanlığın da ötesinde karanlıklar içinde beklemekteler dünyadaki tüm yılanlar. Hele bir öğrensinler Şahmaran öldürülmüş insan eliyle, hele bir işitsinler kanı dökülmüş oluk oluk bizim köye, dururlar mı? Durmazlar elbet.”
Sıcak bir elin soğuk bir bedene değmesi gibi irkildi Zeliha hikayenin en sonunda. Bir ışık süzmesini takip edercesine, engebeli bir masalın içine girermişçesine yer yataklarından birine sokularak sessizce uykuya daldı.
“Yanı başımdaydı” der, Zeliha
Karanlıkların da ötesinden gelen
bir çift gözdü göğsüme süzülen
Gören olmadı.
Pulları döküldü tenime,
Gövdesini sürdü tenime.
Hastalıklarımı, ağrılarımı yuttu içine
Doğumu, yaşamı ve hatta ölümü de,
tattım bir gecede
Ne dediysem duyuramadım sesimi.
Sabaha karşı evin önünde hayvanların bağrışmaları uyandırdı Emine Teyze’yi uykusundan. Ahırın kapısını açıp onları sakinleştirmeye çalışırken, çimenlerin arasından siyah bir gölgenin süzüldüğünü gördü. Kapıyı kapatıp içeri girer girmez, siyah bir ürperti hissetti tüm bedeninde. Çay suyu koyup çocukları teker teker uyandırırken, Zeliha’nın gözlerinin açık ve sus bir halde kendini izlediğini fark etti.
“Ne o kız, yılan yılan dikmişsin gözlerini” dedi Zeliha’ya….
Gözler ehlileşirdi elbet de... ya görülenler?
Yarayı kazarak iyi edebilen bir sevgi yapışmıştı bedenine sanki Zeliha’nın… Yılların uykusundan uyanmış kadar uyandı o sabaha. Kalktı yatağını toparladı, yüzünü yıkadı, mutfağa yönelip “anne günaydın” dedi.
Ev halkı, konu komşu, Şahmaran köyü anlam veremediler bu değişime. Emine Teyze’ye :
“ne yaptın nasıl ettin de iyi ettin bu deliyi” diye sorulan soruların cevabı yoktu.
Cevabı Zeliha’ydı. Cevabı Zeliha’daydı.
Tam da şu an rahmine düşen tohumdaydı.
Comments